'Oval ve küresel ofislerde üretilen savaş nedenleri, insanlığın geleceğini dipsiz kuyulara bırakıyor' diyerek bitirmiştim son yazımı… Bu ifade, bu yıl üçüncüsü düzenlenen İstanbul Trienali'nin manifestosu içinde geçiyor. Trienal, bu dipsiz kuyulara bakan sanatçıların eserlerini konu ediniyor. İlki 2010 yılında 'Şehrin Gizli Dili' temasıyla yapılan Trienal, 2013'te '7 Vadi 60 Kanat Gölgesi' mottosuyla gerçekleştirilmiş, ancak daha ilk günlerinde Gezi olayları sırasında harabeye çevrilmişti.
Adı üzerinde, üç yılda bir yapılan Trienal, sanat kamusunda yeni ve taze bir nefesi temsil ediyor. Trienali, ne kimlik siyaseti üzerinden, ne de Türkiye'de kültür-sanat konuları söz konusu olduğunda akla gelen sınıfsal bir mevzi üzerinden konuşmak niyetindeyim. Mahalleler arası kültürel hegemonya savaşı içinde, tek bir mahallenin ilgisine sıkıştırmanın da haksızlık olduğunu düşünüyorum. Hatta küratörünün 'başörtülü' oluşu vurgusunu demode kabul ederek, sanatsal iddiası üzerinden ele almak gerektiği kanaatindeyim. Tıpkı Bienal de Valencia, la Bienale di Venezia ya da İstanbul Bienali gibi modern sanat buluşmalarında olduğu gibi… Bağımsız Sanat Derneği çatısı altında buluşan bu ekibe, eserleri dışında bir atıf yapmak gerekiyorsa eğer, bu ancak arkalarında güçlü bir sermaye ya da himaye olmamasına rağmen, zor imkânlarla üçüncü kez bu işi gerçekleştiriyor olmaları olurdu. Bu yönüyle Küratör Hülya Yazıcı başta olmak üzere, tüm emek veren sanatçıları tebrik ediyorum.