“Biri de çıkıp demiyor ki Eren iyi ki varsın!”
15 yaşında şehadet şerbetini içen Maçkalı Eren Bülbül böyle yazmıştı sosyal medyadaki paylaşımında. Kim bilir hangi sitem ve kahırla yazmıştı bu içli mesajı.
Kalleş kurşunlara maruz kalıncaya kadar hiçbirimiz onun ismini bilmiyorduk. İsmini bilenler de onun ne denli kavi bir yürek taşıdığının farkında bile değildi.
Eren Bülbül kim bilir kaç buruk yüreğin tercümanı olmuştur. Gürültü ve görüntü çağının insanlarıyız ne de olsa. Kurduğumuz esaslı cümleler kuru gürültüler arasında kaybolup gidiyor.
Saygın değil sayılabilir varlıklara döndük.
Bakıyoruz, ama göremiyoruz.
Bir kez gördüğümüzü ikinci kez görebilmek için çok büyük şaşkınlıklar, şoklar ve travmalar yaşamamız gerekiyor. Zira fazlasıyla birbirimize alışıyoruz. İnsan ilişkilerinin alışkanlığa dönüşmüş şekline ‘hayat’ diyoruz.
Hayat, yaptığı süratle insanı ‘düşünme, yap; görme, bak geç!’ felsefesine inandırmaya çalışıyor.
Bu aymazlık uykusunu uyuyanlar ne gariptir ki kendilerini uyanık sayıyorlar.
Hâlbuki uyudukları alışkanlık uykusundan habersizdirler.
Bu uyku içerisinde insan kendisi de dâhil hiç kimseyi rüya düzeyinde bile göremez.
Göz kendini görebilir mi hiç?
Bir başka gözle anlamını ve resmini tamamlayabilir ancak.
Şehit Eren Bülbül’ü ömrünün ilkbaharında söylemeye mecbur kılan gerçek de budur: Yaşarken değerli ve önemli olduğunu başkalarının ağzından duymak!
Bu çok masum ve çok doğal bir beklentidir.
İnsanı insanlığı ile görüp takdir edebilecek olgunluğa acaba ne zaman ulaşacağız?
Pılımızı pırtımızı burada bırakıp dünyaya veda ettiğimiz zaman mı?