Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Türkiye’nin bir iktidar-medya meselesi olmuştur. Tek parti döneminde, yönetimin desteğindeki gazetelere, yeni sistemi yerleştirme adına görev verildiğini biliyoruz. Kısacası bir vesayet sistemi, statüko kuruluyordu ve basına ihtiyaç vardı. Statükoyu korumakla, tahkim etmekle görevli bir basın gerekiyordu. Statükonun korunması adına 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile darbeler dönemi başladı. Görevli basın, hemen darbelere çanak tutma, darbecileri alkışlama, kamuoyu nezdinde aklama görevini üstlendi.
Kestirmeden söyleyelim; darbe varsa darbenin gazeteleri var. Vesayet varsa vesayetin basını var.
Vesayetin; basını olduğu gibi, darbelere fetva veren üniversite hocaları, darbecilerin ayağına gidip tebrik eden yüksek yargı mensupları, Batı sermayesi ile bağlantılı iş dünyası, sanatçıları, sendika yöneticileri de var. 28 Şubat sürecinde bu saydıklarımızın tamamının devreye nasıl girdiklerini, bütün cephelerden seçilmiş iktidara karşı nasıl anti demokratik ve canavarca saldırdıklarını hatırlayalım.
İşin özeti, seçilmişlerden yana, gerçekten demokratikleşmeden yana samimi bir merkez medyamız hiç olmadı bizim. Milletin değerlerine, seçtiklerine karşı hep tavırlı, tepkili oldular. Menderes’le, Özal’la, Erdoğan’la uğraşanlar hep himayeye mazhar statüko medyasıydı. Son 25 yılda medya, büyük sermayeye ihtiyaç duydu. Medya patronlarının menfaatleri ile bağımsız ve özgür medya tezadı, bizim mesleğin genleriyle oynadı. Medya patronları, iktidarları baskına altına almanın ötesinde, hükümetlerin kurulmasına, bakanların tespitine kadar müdahil oldular.