Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin başından beri hep sıkıntılı olduğunu bilmeyen yok. Bu bakımdan bugünlerde yaşanan sorunların aslında ufak tefek siyasi anlaşmazlıklardan kaynaklandığını, istenirse bir çırpıda çözülebileceğini düşünmek yanlış. Ancak bizim “Avrupa camiası ile” ilişkilerimizi AB üyeliği konusuyla sınırlamak çok daha büyük bir yanlış.
Türkiye her şeyden önce bir Avrupa ülkesi. Avrupalı öbür ülkelerin kendi aralarında kurdukları birliğe bizi dahil etmek istemeyişleri bu gerçeği değiştirmiyor.
Nitekim başlangıçta Avrupa toprakları üzerinde kurulmuş olan, Ortadoğu’daki topraklarını anacak 16. yüzyıldan sonra elde etmiş olan Osmanlı İmparatorluğu da son devirlerinde Avrupa’daki bloklaşmaların dışında bırakılmaya çalışılmış ama sonradan bu dışlamanın sürdürülemez olduğu ortaya çıkmıştı. İngiltere ve Fransa’yla birlikte Ruslara karşı yaptığımız Kırım Savaşı’nın ardından 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın maddelerinden biri Türkiye’nin Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi kabul edilip toprak bütünlüğü ve bağımsızlığının Avrupa devletlerinin ortak garantisi altına alınmasına ilişkindir. Paris Antlaşması’ndan birkaç ay önce Islahat Fermanı’nın ilan edilmiş olması da kuşkusuz tesadüf değildi. Ama konumuz bu değil şimdi.