Kısa süre önce gündemimizi yoğun biçimde meşgul eden ama sonra çabucak unuttuğumuz “müftü nikahı” tartışmalarını hatırlatarak “çok hukukluluk” problematiği üzerinden Meşrutiyet İslamcılığının modernist eğilimleri ile Cumhuriyet devrindeki neo-İslamcılığın postmodern karakterini gündeme getirmiştik… Meşrutiyet İslamcılığını “birlik” ve “eşitlik” idealleri şekillendirmişti. Osmanlı düzenini ayakta tutmaya yönelik çözüm önerilerinin, yani Tanzimat’tan beri karşımıza çıkan aydın hareketlerinin hemen hepsinde olduğu gibi… Cumhuriyet’in neo-İslamcılığı ise milliyetçi/muhafazakâr bloktan ayrışmaya yöneldiğinde, yani aşağı yukarı 1970’lerden sonra, Müslüman/dindar kimliğini tikel kimlikler çerçevesinde yorumlamaya ve toplumsal/siyasal bir hedef olarak çoğulculuk idealine de yönelecekti. Esas olarak aydınlar katında gözlemlenen bu “kısmî” yönelimin sosyolojik bir arka planı da vardı tabii. *** Bildiğiniz gibi, modernizm -bütün dünyada olduğu gibi burada da- kendi içinden kendi karşıtını da üretti. Şehirleşme modernizmin en önemli sosyal icaplarından biri. Sanayileşme gibi. Türkiye’de 1950’lerden itibaren hızlı şehirleşme ve sistemsiz sanayileşme antimodernist bir kültürün yükselmesine yol açtı. Dini kimlikler ve etnik kimlikler cumhuriyetin vatandaş kimliği içine sığmaz oldu. Avrupa’da benzer eğilimler doğal olarak bizden önce ortaya çıkmıştı. Birlik ve eşitlik adına toplumdaki farklılıkları yok sayan modernizme karşı tikel kimliklerin, topluma karşı bireyin, homojenliğe karşı heterojenliğin… ideolojisi olarak postmodernizm şekillenmeye başlamıştı.