Sarıkamış felaketi, biliyorsunuz, Cihan Harbi’nde yaşadığımız en ağır askeri başarısızlıktı. Çanakkale savunması ise her geçen gün daha fazla coşkuyla andığımız dillere destan bir zafer... Özellikle Cumhuriyet’ten itibaren Sarıkamış felaketi -aslında büyük ölçüde haksız yere- devrin başkomutanı Enver Paşa’yı suçlama konusu haline gelmiştir. Çanakkale zaferi ise Bolayır’da ve Conkbayırı’nda önemli başarılar kazanan Yarbay Mustafa Kemal’in askeri zekâsını öne çıkarma vesilesi… Oysa Mustafa Kemal burada önemli -ve aslında ileride Kurtuluş Savaşı’nın liderliğine getirilmesinin yolunu açan- askeri başarılara imza atmış olsa da nihayetinde bir tümenin komutanıydı. 22 tümenden yalnızca birinin…
Zaten savaşın stratejik planlaması İstanbul’da yapılmıştı. Tıpkı Sarıkamış gibi. Bugün özellikle Genelkurmay’ın belgelere dayalı yayınlarıyla daha iyi anlaşıldığı üzere Sarıkamış’taki problem İstanbul’da hazırlanan harp planlarına uyulmamasından kaynaklanmıştı.
Buna rağmen ortaya çıkan sorumluluğun başkomutana fatura edilmesi tümden yanlış değil. Çünkü liderlik ne olursa olsun total sorumluluğu üstlenmeyi gerektirir. Ama yalnızca felaketlerin değil, başarıların da lidere fatura edilmesi şartıyla... Aksi haksızlık olur.
Nitekim bir keresinde Enver Paşa’nın torunu isyan etmişti bu çifte standartlı yaklaşıma. “Sarıkamış’ın sorumluluğu başkomutan olduğu için Enver Paşa’ya fatura ediliyorsa Çanakkale’nin onuru da ondan esirgenmemeli. Çünkü onda da başkomutan Enver paşaydı” diyerek...
Türkiye’nin dış politikasında yeni manevralar yapılmasına karar verildikten sonra başlayan “Davutoğlu eleştirileri” bana bunu düşündürttü.
Son beş yıldır Türk dış politikasındaki kimi yönelimlere karşı eleştiri ve itirazlarını dile getirmekten geri durmamış ve bu çerçevede dış politikada revizyon gerektiğini yazmış, söylemiş biri olmanın rahatlığıyla konuşuyorum… O zaman öyle bu zaman böyle konuşanları ne o zaman ne şimdi ciddiye aldığımdan değil ama bugün de bu meseleyi içerideki küçük siyasi çekişmelerin konusu yapmanın ülkenin çıkarlarına daha fazla zarar verebileceği uyarısı yapmak isterim…
***
Açık konuşalım… Ahmet Davutoğlu başdanışman, dışişleri bakanı ve başbakan olarak Türk dış politikasına yön vermiş, hatta damga vurmuş bir siyasetçi. Bu çerçeve içinde hataları da var, sevapları da… Ancak, geçenlerde de başka bir vesileyle yazdım, Türk dış politikasında hiçbir zaman “nihai karar verici” Davutoğlu olmadı. Böyle bir iddiada bulunmak Erdoğan’ın konumunu da hafife almak olur. Zaten muhtemelen dış politikada geçmişten bugüne gerek övülen gerekse eleştirilen kararların tamamı Davutoğlu’nun istediği veya önerdiği şekilde alınmış değildir.
Bu bir… İkincisi, AK Parti hükümetleri özellikle Arap Baharı sürecini sona erdiren Suriye krizinden itibaren aldıkları bazı kararları doğru olduğuna inandıkları için değil, başka seçenek kalmadığı için almak zorunda kaldılar. Elbette başka seçenek kalmamasının sorumluğu da bu kadronun dışındaki birilerine yüklenemez… Suriye konusunda İran ve Rusya’nın olumsuz tutumu, ABD’nin fikir değiştirmesi vs. son tahlilde bahane kabul edilemez. Tıpkı Sarıkamış felaketinde olduğu gibi… Siyasi sorumluluk mevkiinde olmanın bedeli de ödülü de hiçbir zaman hafif olmuyor.
Son beş yılda uygulanan dış politikaya eleştirilerimi saklı tutmak şartıyla, Erdoğan ile Davutoğlu’na haksızlık da edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yapılan yanlışların düzeltilmesi veya başa gelen sıkıntılardan kurtulmak yolunda çaba gösterilmediğini, çünkü dış politikada realist bakış açısının ve pragmatizmin bütünüyle terk edildiğini söylemek haksızlık.
***
Bugün su yüzüne çıkan “normalleşme” çabaları için de epeyce bir zamandır hazırlıklar yapıldığını unutmayalım. İsrail ile görüşmeler daha 2013’te bugünkü şartlarda tamamlanmıştı ama her iki tarafın da iç siyasetindeki bazı gelişmeler yüzünden açıklanması ertelenmişti.
Mısır’la normalleşme konusu da epeydir gündemdeydi. Ama Mısır’da yaşanan darbe sürecine iç kamuoyunda gösterilen tepki yüzünden o konuda da adım atılması gecikti. Hatta bu yılın başlarında henüz Davutoğlu başbakan koltuğundayken bir fırsat ortaya çıkmış, ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sisiyle görüşmem, Başbakan’ın görüşmesini de istemem” diyerek konuyu gündemden çıkarmıştı.
Rus uçağının düşürülmesi olayında da daha ilk gün hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan derhal harekete geçmişler, Azerbaycan ve Kazakistan liderlerini arayıp arabuluculuk istemişlerdi. Ancak Putin o yaklaşıma hemen cevap vermeyi istemediği için normalleşme bugünleri bekledi.