Aktüel gelişmeler bağlamında yeniden gündeme gelen Türkiye-Rusya ilişkileri konusunun aktüalitenin dışında ele almak gerektiği açık. İki ülke arasındaki son iki yüz yıllık mücadelenin esasen okul kitaplarında “Rusların sıcak denizlere inme arzusu” diye ifade edilen jeopolitik zorunluklarla ilgili olduğu ve son iki yüz yıl boyunca geçerli olan şartların-coğrafi özellikler değişmediği için-bugün de geçerliğini koruduğunu söylemeye bile gerek yok. Geçenlerde klasik jeopolitikçilerin “deniz gücü-kara gücü” tasnifi çerçevesini de denkleme dahil ederek iki ülke arasındaki doğal çelişkilerin görmezden gelinmesinin risklerine dikkat çekmiştim burada. Diğer yandan, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden oluşan dünya dengeleri içinde NATO’da veya daha genel bir ifade ile Batı Bloku içinde yer alma tercihinin dayanaksız olmadığını da kabul etmek durumundayız. Hal böyleyken meseleyi “Atlantikçilik-Avrasyacılık” ikilemi olarak ortaya koymak için heyecanı bilgisinin ve mantığının önüne geçmiş fanatik takımından olmak lazım. Ya da kötü niyetli bir ajan-provokatör… Avrasyacılık konusuna yazının sonunda tekrar değineceğiz. *** “Ayıdan post, Moskoftan dost olmaz” gibi ata sözlerine bile geçen Türk-Rus uyuşmazlığının tarihin ve coğrafyanın ortak eseri olduğu bir gerçek. Ne var ki Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin blok değiştirmeleri sonucunda artık eski iki kutuplu dünya sisteminin geçerliğini önemli ölçüde kaybettiği de bir gerçek. Türkiye üstelik Soğuk Savaşın en koyu zamanlarında bile bazı konularda Rusya ile iş birliği arayışı içinde olmaktan geri durmadı. Türk dış politikası esasen denge politikalarında uzmanlık kesp etmiş bir diplomasi kadrosu tarafından yönetiliyor(du) iki asırdan bu yana.