Thomas Hobbes’u bilirsiniz... Siyaset felsefesi sahasının en büyük şöhretlerinin başında gelen İngiliz düşünür. Muhtemelen filozofumuzun meşhur ettiği “Homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) sözünü duymuş olanların sayısı kendisinin adını duyanlardan fazladır. Çünkü Hobbes’un bu tespiti pek çoğumuzun insanlıkla ilgili kanaatini ifade eder nitelik taşıyor.
Dolayısıyla Leviathan müellifinin “İnsan doğasında bencillik ve şiddete eğilim vardır; bunun dizginlenmesi ve toplum halinde yaşayabilmemiz için bireylerin güçlü bir otorite adına bazı haklarından ve özgürlüklerinden vaz geçmeleri gerekir” diye kabaca özetlenebilecek teorisi de entelektüeller arasında kolayca karşılık bulmuş ve asırlardır bu sahaya ilişkin literatürün baş köşesine oturtulmuştur. Elbette “insanları kendi başlarına bırakırsanız birbirlerini öldürüp yerler” görüşüne karşı çıkıp insanların “doğal durumlarında” birbirlerinin kurdu olmadığını, devletin mevcut olmadığı kadim zamanlarda da barış ve huzur içinde yaşayabildiklerini ama artık toplumsal düzenin sağlanması için bir siyasi otoriteye ihtiyaç olduğunu söyleyenler de oldu: En başta John Locke ile Jan Jack Rousseau… (Seyredenler hatırlayacaktır, Lost dizisinde bu isimlerdeki iki karakter de aşağı yukarı isimlerini aldıkları filozoflarla benzer dünya görüşlerini yansıtıyorlardı. Tıpkı Hume, Burke, Bakunin vs. karakterleri gibi…)
Bu ikisinin Hobbes ile hemfikir oldukları nokta ise bireylerin bazı haklarından siyasi otorite lehine vazgeçmelerinin bir toplumsal sözleşmeye dayanması gerektiğiydi. Ama siyasi otoritenin yetkilerinin sınırsız olmasını kabul etmiyorlardı tabii. Locke bu bağlamda -bilahare Montesquieu’nun geliştireceği- “kuvvetler ayrılığı” prensibini ortaya atmıştı.