Ondokuzuncu asrın son ve yirminci asrın ilk çeyreğinde aydınlarımızı peşinden sürükleyen fikir akımlarının hepsinin ortak yanı “devleti ayakta tutmanın yolu” olarak gündeme gelmiş olmalarıydı. Bu husus dikkate alınmadan ne İslamcılık layıkıyla anlaşılabilir ne Osmanlıcılık ne de Türkçülük. Yusuf Akçura meşhur Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde “Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Devlet-i Osmaniye için daha nafi ve kabil-i tatbiktir?” diye sorduktan sonra kendi cevabını verir. Yani Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük görüşlerine “hangisi daha faydalı ve uygulanması mümkün” diye bakıyordu Osmanlı aydınları… Kategorik tercihlerle değil. . . Osmanlıcılık ve İslamcılık yöntemlerinin işe yaramadığı, Osmanlı vatandaşları arasında birlik veya ortak kimlik oluşturmayı başaramadığı ve neticede dağılmanın önlenemediği malum. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından Türkçülük kendiliğinden tek seçenek olarak kalmıştı. Bu dönemde “Türk kimliği” -Fransa örneği esas alınarak- ortak aidiyet değeri olarak benimsendi. Ancak Türk kimliğinin de anlam içeriği biraz muğlaktı henüz.