Aslında insanlar değil, coğrafyalar risk taşır. İnsanlar, risk
oranı çok yüksek bir coğrafyada çok düşük bir sorumlulukla
yaşadıkları için çaresiz kalır. Eğer yaşadığımız coğrafyanın
sorumluluğuna uygun hareket etsek, gücümüzü bilsek, kendimizi
tanısak çözümün adresi oluruz. Bugün, dünyanın ve özellikle
Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı bir dönemde,
gelişmelere “ırak” olmadığımızı daha iyi anladığımıza göre,
sınırlarını başkalarının çizdiği bir bölgenin yönetim biçimini de
sınırları çizenlerin belirlediğini unutmadan, bizi bekleyen
“olağandışı” sürece hazırlanmalıyız.
Kısmen içinde yer aldığımız ve insanlığı düzensizlik içinde bir
düzene sürükleyen bu süreç, önce doğru okunmalıdır. “Bireyleri
birbirinden mesafeli tutarak yönetme” esasına dayanan bu “kaotik”
süreci ancak iletişimdeki samimiyet sonlandırabilir. İşte “bizden
beklenen”ler bu iletişimdeki samimiyet adına yapacaklarımızdır.
İnsan olduğumuzu, olağanüstü hallerde hatırlamaktan kurtulmalıyız.
Çünkü varlık nedenimiz insan kalmaktır ve insanlar inandığı
doğruları söylemediği sürece ayakta kalamayacağını görmüştür. Bu
hassas dönemde hassasiyetimizi gözden geçirerek yükseltmenin
vaktidir.
Sizce de olaylar ve gelişmeler karşısında yeni ve hassas bir ruhun
şahlanma zamanı gelmedi mi! Güç temelli uygarlığın dayandığı
değerler ve kurumlar insanlığı mutlu etmemişken, işgalleri,
soykırımları ve sefaleti sürekli artıran biri gücün, bir
konjonktürün peşinden sürüklenmenin kimseye fayda sağlamadığı
açıkça görülmedi mi? Günümüzde “güç uygarlığı”, huzur ve barışı
tesis edemediği gibi “göç uygarlığı”nı başlatmışsa, insanın insan
üzerinde egemen olmasını esas alan ve yeryüzünü kendi mülkü olarak
algılayan bir anlayışa karşı durmak “milli” duruşun bir göstergesi
değil mi?