Bu haftanın bitiminde ABD Başkanı Donald Trump’ın selefinin elde ettiği dış politika başarısını çöpe atıp atmayacağını öğreneceğiz. En geç 12 Mayıs’ta Trump’ın İran nükleer anlaşmasına devam etmeye veya geri çekilmeye karar vermesi gerekiyor. Şu anda, ABD’nin tüm müttefiklerinin zaten belirsizliklerle dolu dünya düzenini daha da tehdit edeceği uyarılarına rağmen, Trump anlaşmadan geri çekilmeye hazırlanıyor gibi. Trump’ın destekçileri İran’ın sorumluluklarını yerine getirmek konusunda sözlerini tutmadığını, aksine anlaşmayı bölgesel nüfuzunu genişletmek için kullandığını ileri sürüyorlar. Türkiye, bir kez daha, kendisini muhtemelen A.B.D. eski Başkanı Barack Obama’nın ülkesinin dünyadaki rolünü yeniden tanımlama girişimlerine karşı şekillenen en büyük tehdidin ortasında buluyor. Bunun sonuçları ne olacak?
- Mevcut ABD hükümeti anlaşmaya neden karşı çıkıyor ve bu Türkiye için neden önemli?
Trump yönetimi bu anlaşmaya alışılmadık bir yorum getiriyor. Bu anlaşma İran’ın nükleer programını tamamen bırakmasını değil, silah yapımında kullanılabilecek kalitede uranyum zenginleştirme faaliyetini 15 yıl süre ile durdurmasını öngörüyor. Anlaşmanın hükümlerine uyulduğunu denetlemekle yükümlü kurum ise Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA). IAEA İranlıların anlaşmanın kendilerine yüklediği sorumlulukları yerine getirdiğini bildiriyor. Trump ise ne diyor? “Tamam, durum böyle olabilir ama ben bu işi sevmedim. Eğer anlaşma yapıldığında başkan olsaydım, bu anlaşmayı yapmazdım.” Bu argüman pacta sunt servanda veya “anlaşmalar bağlayıcıdır” ilkesini temel alan devletler hukuku geleneklerine aykırıdır. Söz konusu ilke, ülkelerin imza attıkları anlaşma hükümlerine uymaları gerektiği beklentisinin net bir ifadesidir.
Amerikan karar verme sürecindeki önemli bir faktör, Trump’ın söylediklerinden ayrı olarak, iki Amerikan müttefikinin – İsrail ve Suudi Arabistan’ın – benzer nedenlerle İran’ın Ortadoğu’daki etki alanının genişlemesinden endişe ediyor olmalarıdır. Galiba İran’ın nükleer faaliyetleri sadece bu ülkenin nükleer silah geliştirmesinden korkulduğundan değil, gittikçe artan bölgesel etkisini engellemek için İran’a bir tokat atmaya vesile ittihaz ediliyor.
İsrailliler, İran'ın nükleer silahlar geliştireceğine inanıyorlar. Ancak, bunun ardından, İran'ın bu silahları İsrail'e karşı kullanacağı gibi pek inandırıcı olmayan bir olasılığı savunuyorlar. İsrail'in Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması dışında hareket ederek kendi nükleer gücünü geliştirmesi bir yana, İran'ın İsrail'e karşı nükleer silah kullanması intihar olur. İsrail herhalde yeterli bir karşı darbe kabiliyetine sahiptir ki, bu da herhangi bir İran saldırısının İsrail'den ve muhtemelen ABD'den gelen nükleer bir tepkiyle karşı karşıya kalacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla İran’ın İsrail’e karşı bir nükleer saldırı gerçekleştirmesinin kendisine bedeli kabul edilemez derecede yüksek olacaktır.
Suudiler de İran’ın kendi ülkelerine doğru genişlemek ve özellikle ülkenin Şii nüfusu fazla olan doğu bölgelerinde siyasi huzursuzluk çıkarmak için çalışıyor olmasından endişeli. Ancak Suudi Arabistan rejimi daha temel bir sorunla karşı karşıya: Artık devrini tamamlamış bir yönetim biçimi, başka bir şey üretmeyen ve petrole çok bağımlı bir ekonomi. Çağdaşlıktan uzak, ekonomik zaafl arı bol bir Suudi rejimi için İran tehdidinin altından kalkılması zordur. Suudi yöneticiler, dış destek kaynaklarını da seferber ederek, siyasi güçlerini korumaya çalışıyorlar. Evet, İran'ın nüfuzunu daha geniş bir bölgeye yaymaya gayret ettiği doğrudur. Fakat Suudiler ve dostları eğer buna karşı çıkmak istiyorlarsa, başvuracakları araçlar “kutsal olmayan” ittifaklar kurmak ya da silah yarışına girişmek değil, mücadeleyi siyaset, ekonomi ve hatta kültür alanına taşımaktır. Ancak, farklı nedenlerle, ne Suudi Arabistan ne de İsrail bu alanlarda etkili bir rekabet imkanına sahiptir.