28 Şubat’ın üzerinden
tam 22 sene geçti… Ancak o uğursuz dönemle ilgili tartışmalar hiç
bitmedi. 28 Şubat’ı dayatan zihniyete göre, bin yıl bile
sürebilirdi! O imkânı bulamadılar, eğer bulsalardı…
Türkiye çok partili siyasi hayata geçtiği son 69 yılda, birçok
askerî darbe ve darbe teşebbüsüne maruz kaldı… Hemen hepsinde
askerî cenah ön planda olmakla beraber, askerlerin yanında ve
arkasında destekçi olarak değişik kesimden unsurlar her zaman yer
aldı. Kimi zaman siyasi partiler bizatihi doğrudan veya dolaylı
olarak destek verdiler. Medya, iş dünyası, sendikalar, dernekler
vs. vs... Elbette iç ve dış bağlantılı güç odaklarının telkinleri,
teşvikleri ve bizzat yönlendirmesi ile… Müdahalelerin hedefini
belirleyen ve planların hayata geçmesini temin eden
asli unsur, küresel güç merkezleri idi. Üniformalı veya sivil
görünümlü darbeciler ise, gerçekte verilen görevi ifa eden birer
figürandılar! Zaman içinde, darbe dönemlerine dair yeni bilgi ve
belgeler gün ışığına kavuştukça, bu acı gerçeği daha net biçimde
görme imkânı oldu… Bir diğer mesele de, darbecilere gerektiği
şekilde hesap soramamaktı. Bu hesap soramama durumu, darbeci
zihniyete cüret veriyordu. Harp Okulu Komutanı olmanın ötesinde bir
özelliği bulunmayan Albay Talat Aydemir, tam
iki defa ihtilal yapmaya kalkışmış, ancak ikinci seferinde
yargılanıp cezalandırılmıştı… 12 Mart 1971 Muhtırasının
öncesinde tezgâhlanmak istenen, 9 Mart Darbesi bir şekilde önlenmiş
ve fakat darbe teşebbüsünün içinde bulunan yüksek rütbeli askerlere
dokunulamamış, alt rütbelerden birkaç kişiyi mahkûm etmekle
yetinilmişti… Ne cunta eseri olan 27 Mayıs 1960, ne de emir komuta
zinciri içinde yapılan 12 Eylül 1980 darbelerinin faillerine,
zamanında hesap sorulamadı. Üstelik 27 Mayıs cuntacıları, kaydı
hayat şartıyla senatör olarak 1960’tan 1980’e kadar parlamentoda
yer aldılar.
Kasıtlı biçimde yapılan yanlış yargılamalar sonucu
çöken Ergenekon ve türevi davalara
kadar, darbeci zihniyeti caydıracak nitelikte bir hukuki hesaplaşma
ortamı oluşturulamadı… Bütün bunların sonucu olarak, vesayet
kurumlarının baskısı altında kıvranan siyaset ülkeyi doğru dürüst
yönetme işinde bocalayıp durdu! 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan
Millî Güvenlik Kurulunda hükûmete dayatılan kararlar, dört
buçuk ay sonra, Refah-Yol Hükûmetinin çöküşüne götürdü. Yüksek
yargı organlarında göreve yapan hâkim ve savcılara karargâhta
brifing veren askerler, gemi tam manasıyla azıya almış, gerekirse
silah bile kullanırız diye tehdit ediyordu. 12 Haziran 1997 tarihli
bir kısım gazetelerin manşeti bu ültimatomu duyuruyordu… 28
Şubat “Postmodern Darbe” bu şekilde adım
adım tezgâhlanmıştı. “Beşli Çete” diye
adlandırılan işçi ve işveren sendikaları ile odalar birliğinin o
günkü yönetimi, “Yeşil Sermaye” diye
yaftaladıkları Anadolu sermayesini boğmak için askerlerin postalını
parlatıyordu. Olay görünürde bu minval üzere gelişiyordu. Ne var
ki, perde arkasında çok daha başka şeyler vardı. Clinton döneminin
iki dışişleri bakanı Warren
Christopher ve Madeleine
Albright, 1996 ve 1997 yıllarında iki önemli çıkışla,
başka bir istikamete girmesi muhtemel Türkiye’yi kendi çizgilerinde
tutmak için işi sıkı tutuyordu!.. 28 Şubatçılar kebapçı
dükkânlarının işine ket vurduk diye böbürlenedursunlar… Ama üst
akıl muhafazakâr sermeye gruplarının ipini kimin eliyle çektiğinin
çok iyi bilincinde idi.
28 Şubat, bir devr-i şeamet idi. 22 seneden beri, bunca
yazılıp çizilmesine rağmen, ülkede bıraktığı maddî ve manevî
hasarın tam olarak tespiti bile mümkün değil… Ne yazık ki, ülkeye
on yıllar kaybettiren ve bir kuşağın istikbalini karartan bu
felaketin müsebbipleri, bütünüyle yargı önünde hesaba çekilemedi.
Yine 12 Mart dönemine benzer şekilde sınırlı sayıda fail hakkında
kovuşturma yapılabildi ve bu da henüz tam neticelenebilmiş değil.
28 Şubat’ın ne medya ayağı, ne iş ve çalışma dünyasındaki
unsurları, ne de siyasi ve ideolojik olarak bunu arkalayan
kesimler, bir ifade bile vermediler. Oysa bugün, 1960’lı, 70’li
yıllara göre, köprülerin altından çok sular akmış durumda. Hayli
gecikmeli de olsa, diğerleri hayatta olmadığı için, yalnızca ahir
ömründe Kenan
Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın
12 Eylül’ün asli failleri olarak yargılanmış olması bile sembolik
olarak çok şeyi ifade eder. Öyle ki, Kenan
Evren’in cenaze törenine dahi bu sonuç bariz şekilde
aksetmiştir… Burada dikkat çekmeye çalıştığımız husus, suçluların
hesap vermesidir. Şahısların ismi, mesleği, rütbesi, aidiyeti işin
teferruatıdır. Mesele hukuk devletinin gerçekten işliyor olmasıdır.
Aksi hâlde güçlülerin hukuku işler ki, bir ülke için bundan daha
sakıncalı bir durum yoktur!
28 Şubat ve benzeri, zorbalık dönemlerini tamamen geride
bırakmanın ve gelecek için emin olmanın yolu, bütün darbecilere
hesap sormaktır. Gerisi teferruat.
Türkiye çok partili siyasi hayata geçtiği son 69 yılda, birçok
askerî darbe ve darbe teşebbüsüne maruz kaldı… Hemen hepsinde
askerî cenah ön planda olmakla beraber, askerlerin yanında ve
arkasında destekçi olarak değişik kesimden unsurlar her zaman yer
aldı. Kimi zaman siyasi partiler bizatihi doğrudan veya dolaylı
olarak destek verdiler. Medya, iş dünyası, sendikalar, dernekler
vs. vs... Elbette iç ve dış bağlantılı güç odaklarının telkinleri,
teşvikleri ve bizzat yönlendirmesi ile… Müdahalelerin hedefini
belirleyen ve planların hayata geçmesini temin eden
asli unsur, küresel güç merkezleri idi. Üniformalı veya sivil
görünümlü darbeciler ise, gerçekte verilen görevi ifa eden birer
figürandılar! Zaman içinde, darbe dönemlerine dair yeni bilgi ve
belgeler gün ışığına kavuştukça, bu acı gerçeği daha net biçimde
görme imkânı oldu… Bir diğer mesele de, darbecilere gerektiği
şekilde hesap soramamaktı. Bu hesap soramama durumu, darbeci
zihniyete cüret veriyordu. Harp Okulu Komutanı olmanın ötesinde bir
özelliği bulunmayan Albay Talat Aydemir, tam
iki defa ihtilal yapmaya kalkışmış, ancak ikinci seferinde
yargılanıp cezalandırılmıştı… 12 Mart 1971 Muhtırasının
öncesinde tezgâhlanmak istenen, 9 Mart Darbesi bir şekilde önlenmiş
ve fakat darbe teşebbüsünün içinde bulunan yüksek rütbeli askerlere
dokunulamamış, alt rütbelerden birkaç kişiyi mahkûm etmekle
yetinilmişti… Ne cunta eseri olan 27 Mayıs 1960, ne de emir komuta
zinciri içinde yapılan 12 Eylül 1980 darbelerinin faillerine,
zamanında hesap sorulamadı. Üstelik 27 Mayıs cuntacıları, kaydı
hayat şartıyla senatör olarak 1960’tan 1980’e kadar parlamentoda
yer aldılar.
Kasıtlı biçimde yapılan yanlış yargılamalar sonucu
çöken Ergenekon ve türevi davalara
kadar, darbeci zihniyeti caydıracak nitelikte bir hukuki hesaplaşma
ortamı oluşturulamadı… Bütün bunların sonucu olarak, vesayet
kurumlarının baskısı altında kıvranan siyaset ülkeyi doğru dürüst
yönetme işinde bocalayıp durdu! 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan
Millî Güvenlik Kurulunda hükûmete dayatılan kararlar, dört
buçuk ay sonra, Refah-Yol Hükûmetinin çöküşüne götürdü. Yüksek
yargı organlarında göreve yapan hâkim ve savcılara karargâhta
brifing veren askerler, gemi tam manasıyla azıya almış, gerekirse
silah bile kullanırız diye tehdit ediyordu. 12 Haziran 1997 tarihli
bir kısım gazetelerin manşeti bu ültimatomu duyuruyordu… 28
Şubat “Postmodern Darbe” bu şekilde adım
adım tezgâhlanmıştı. “Beşli Çete” diye
adlandırılan işçi ve işveren sendikaları ile odalar birliğinin o
günkü yönetimi, “Yeşil Sermaye” diye
yaftaladıkları Anadolu sermayesini boğmak için askerlerin postalını
parlatıyordu. Olay görünürde bu minval üzere gelişiyordu. Ne var
ki, perde arkasında çok daha başka şeyler vardı. Clinton döneminin
iki dışişleri bakanı Warren
Christopher ve Madeleine
Albright, 1996 ve 1997 yıllarında iki önemli çıkışla,
başka bir istikamete girmesi muhtemel Türkiye’yi kendi çizgilerinde
tutmak için işi sıkı tutuyordu!.. 28 Şubatçılar kebapçı
dükkânlarının işine ket vurduk diye böbürlenedursunlar… Ama üst
akıl muhafazakâr sermeye gruplarının ipini kimin eliyle çektiğinin
çok iyi bilincinde idi.