Zengin tüketim
toplumlarındaki alışveriş çılgınlığı ve müsrif hayat tarzı, sâri
hastalık misali, gelişmekte olan ülkelerin insanlarını da pençesine
almış bulunuyor. Bu hastalığın tedavisi de imkânsız
görünüyor!..
Küçük yaşlarda iken,
dedelerimizden ninelerimizden kıtlık, açlık ve yoksulluk
hikâyelerini çok dineldik… Birinci Dünya Savaşı sırasında ve
sonrasında, yaşanan kıtlık ve açlıktan ne kadar çok insanın
hayatını kaybettiği, kitaplarda hayli yer tutar. Bugün yaşları
80’in üzerinde olan insanların önemli bir kısmı da, II. Dünya Harbi
sırasında ve sonrasında yaşanan kıtlığı bizzat yaşamış veya
yaşayanları en azından görmüş yahut duymuştur. Çok şükür yaş
itibarıyla o günleri yaşamadım. Ama ilkokul çağında iken,
özellikle köylerde; hayli meşakkatli olan hayat şartlarını net
olarak hatırlıyorum ve hiç de unutmuyorum! Bahsettiğim dönem,
1960’lı yılların Türkiye’si… Mesela yabancı bir yere gidecek olan
yakın akrabaların, birbirinin ceketini, ayakkabısını ödünç alıp
giydiği devirler… İnsanların günlük kıyafetlerinin genellikle
yamalı olduğu yıllar. İnsanların bir kısmının, bir kara lastik dahi
alamadığı için, yalın ayak gezmek zaruretinde olduğu dönemler.
Küçük kardeşlerin büyük kardeşe küçük gelen kıyafetleri giydiği
zamanlar. Bir kat yeni elbisesi olanların hemen dikkat çektiği,
kendilerine gıpta ile bakıldığı devirler. Ve yeni elbiseler o kadar
itinalı kullanılırdı ki, kolay kolay eskitilmezdi… Nerede öyle
yazlık-kışlık-mevsimlik ayrı ayrı kıyafetler! Bir elbise yama
takviyesi ile yıllarca giyilirdi. Şimdiki nesiller için masal gibi
gelen bu tablo öyle çok da eski değil hani. Ama bazı şeyleri çok
çabuk unutabiliyoruz. Ve hep bolluk içinde kalacağımız gibi bir
yanlış zehaba kapılabiliyoruz…
Bu girizgâhı günlerdir medyada
patırtısı devam eden alışveriş çılgınlığı vesilesiyle yapma
ihtiyacı duydum. Amerika’da “Black Friday-Kara
Cuma” (Niye böyle bir sıfat kullanılmışsa…) denilen,
bizde ise, ‘Efsane Cuma’ olarak anılan
bu alışveriş furyasının temeli başka bir şeye dayanıyor. Meğer Noel
alışveriş mevsiminin başlangıcı imiş… Her neyse. İşin o tarafı
başka bir fasıl. Biz gelelim bu tüketim çılgınlığının yansımalarına
ve vahim sonuçlarına. Türkiye’de bu furyada yapılan alışverişlerin
meblağ olarak tutarını tam olarak tespit etmek mümkün değil. Zira
bir kısmı nakit bir kısmı kredi kartlarıyla yapılıyor. Dolayısıyla
aynı anda kayıtlara geçirilmesi ve hesaplanması mümkün değil. Ama
yaklaşık beş milyar lira civarında olduğu tahmin ediliyor. Dünyada
ise yüz milyar doların üstünde bir hacimden bahsediliyor. Sonuç
olarak, insanları çeşitli biçimde kandırarak (ucuzluk, moda vb.)
ihtiyacından fazla ve gereksiz yere para harcamaya sevk etmek gibi
bir tezgâh söz konusu… Parası çok olanların yanında, mütevazı
gelire sahip hatta bir kısım fakir insanların dahi kapıldığı,
alışveriş çılgınlığı, aşırı tüketim ve israf. Tüketim bilinci
yeterince gelişmemiş toplumların kendi hayat seviyelerini olumsuz
etkileyebilecek bir davranışın içine sürüklemek… Zamansız, plansız
ve hesapsız harcamaların insanları ne gibi hâllere sürüklediğini
her gün cemiyet haberlerinden izlemiyor muyuz? Temelde vahşi
kapitalist sistemin körüklediği ve yanıltıcı reklamlarla, aldatıcı
pazarlama yöntemleriyle insanların kolayca kandırılabildiği bir
düzen. Neden sonra düştüğü tuzağın farkına vardığında iş işten
çoktan geçmiş oluyor. Ve dram üstüne dram yaşanıyor…
Evet, bu tüketim çılgınlığı ve
israfın insanlığı sürükleyeceği son nokta felaket ortamından başka
bir şey değil. Ama bu çılgınlığa kapılmamak da o kadar kolay değil.
Küreselleşme olgusu, bu alanda ekonomik ve politik yaklaşımların
ötesinde, sosyolojik ve psikolojik yönden millî olarak
tanımlayabileceğimiz sınırları, toplumsal bariyerleri bertaraf etti
çünkü!.. Çıkan her yeni telefon modelini, en önce almak gibi bir
kaçıklığın içine düşmüş bedbahtların durumu kişisel bir psikolojik
vaka olarak kalmıyor. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, zaman içinde
sâri hastalık misali yayılıyor. Burada insanları daha sorumlu
biçimde davranmaya sevk edecek manevi unsurların zayıflaması da
felaketi büsbütün körüklüyor. Mesela yanı başında gerçekten bir
ekmeğe muhtaç insanlar varken, onlara bir kuruş vermeyen ve fakat
süs köpeklerini kuaföre götüren, o hayvanlar için her ay
binlerce lira harcama yapan kişilerin sorumluluk ve insanlık
anlayışına ne diyelim peki? Bugün dünyada, her akşam aç yatan sekiz
yüz küsur milyon insan var! Ama diğer taraftan da aşırı beslenmeden
dolayı obezite hastalığına düçar olmuş, altı yüz milyondan fazla
insan var… Normal bir gelire sahip sıradan insanların bile evinde
bir atölyeyi dolduracak kadar kıyafet yığınları var. Bir defa
giydiğini bir daha giymeyen kimseler, sırtına bir gömlek alacak
imkânı olmayan yoksullara hangi gözle bakıyor acaba? Mağazalara
hücum eden, birbirini ezen tüketim canavarları bunu bir kere olsun
düşünüyorlar mı acaba? İsrafın dinimizdeki yerine burada hiç
girmeyelim isterseniz!..