Ülkeler iç ve dış
güvenliklerini nasıl daha iyi sağlayabilir? Gelişen harp
teknolojileri ile birlikte, terör örgütlerinin de sahip olmaya
başladığı ciddi silah gücü neyi gerektiriyor? Öncelik, savunma mı,
taarruz mu?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün
ekonomi şûrasında söylediği şu cümlenin altını
çizelim; “Güçlü olmadan güvende olamayız, güvenliğimiz
sınırlardan değil, ötesinden başlar. Ülkemize en ufak bir saldırıda
bulunanlar bedelini ağır ödeyecek…” Evet, Türkiye
kırk yıldır teröre karşı verdiği mücadeleyi genellikle ülke
toprakları dâhilinde sürdürdü. Her ne kadar, sınır ötesi çok sayıda
harekât (Bunun kahir ekseriyeti Kuzey Irak bölgesinde gerçekleşti)
yapıldı ise de; mücadelenin ana karakteri yurt içi şartlarında
oldu. Oysa pek çok ülkenin, kendi güvenliğine yönelen tehditleri
hudutlarından çok çok uzakta karşılayarak bertaraf ettiğini
biliyoruz. ABD’nin, İngiltere’nin, İsrail’in, Rusya’nın ve dahi
İran’ın ve diğerlerinin, sayısız dış operasyonlarla kendilerini
hedef alan terör örgütlerine ağır darbeler indirdiğine dikkat
isterim. Bu yaklaşımda ABD, İngiltere ve Rusya gibi, istihbarat ve
dış operasyon kabiliyeti yüksek ülkeleri, ayrı bir değerlendirmeye
tabi tutmak belki daha mantıklı olur. Fakat bu konuda İsrail’in
yaklaşımını ayrıca mercek altına almak gerekir herhâlde… İşgal
altında tuttuğu Filistin topraklarındaki suikast ve katliamların
haddi hesabı yok zaten. Lakin Lübnan başta olmak üzere, Suriye;
Irak ve Kuzey Afrika ülkelerinin tamamı, neredeyse bütün Arap
memleketlerini köpeksiz köy gibi görerek; istediği zaman istediği
hedeflere nokta operasyonları yaparak, kendisi için tehdit gördüğü
irili ufaklı bütün yapılanmaları, kaynağında imha ediyor,
edebiliyor… Bu, İsrail’in sınırsız Amerikan desteğiyle sahip olduğu
imkân ve kabiliyetleri yanında, her şeyden önce belirlenen
politikalarının sonucudur.
Daha dün
İsrail, “Suriye’deki İran
hedeflerine” bilmem kaçıncı kez saldırı düzenledi. Ve
ilk açıklamayı da (daha doğrusu hasar tespitini), bu saldırılara
karşı çıkan Rusya yaptı. Buna göre 4 Suriye askeri ölmüş, 6 tanesi
de yaralanmıştı… Rusya Amerika faktörü sebebiyle, İsrail’e karşı
sabrının hudutlarını zorlayan bir müsamaha göstermek zorunluluğunu
hissediyor. Bunun yanında, şimdiye kadar ülkesine karşı gerçekleşen
onlarca, belki yüzlerce saldırıya karşı en ufak bir karşı harekette
bulunamayan Suriye rejimi, topraklarına atılan İsrail füzelerinin
çoğunun havada imha edildiğini söyleyerek teselli buluyor! Bu hava
savunma sisteminin Rusya tarafından yönetildiğini unutmayalım.
Diğer taraftan İsrail’in, her fırsatta askerî ve diplomatik alanda
hedef tahtasına oturttuğu İran; her zamanki gibi, amiyane tabiriyle
palavra sıkmaktan öteye gidemiyor. İran Hava Kuvvetleri Komutanı,
şunları üfürüyor: “Mevcut pilotlarımız ve gelecek
nesiller İsrail’e karşı savaşmak ve İsrail’i ortadan kaldırmak için
hazır…” Gelgelelim bu kurusıkı tehditleri bile İsrail
ıskalamıyor. Netanyahu, İran’ın bu tehditlerinin sonuçlarıyla yüz
yüze geleceğini ihtar ediyor. İsrail, Suriye’deki İran varlığını
kendisi için tehdit görüyor ve bu varlığı sona erdirmek için her
şeyi yapıyor...
Biz kendi ülkemizin güvenlik
durumuna dönelim. Güney sınırlarımız boyunca, yüzlerce kilometrelik
alanda yuvalanmış olan terör örgütlerinin, yakın geçmişte olduğu
gibi havan toplarıyla, füzelerle topraklarımıza saldırmalarını
bekleyecek değiliz elbet! Gelinen noktada, savunma
değil taarruz bir zaruret hâlini almıştır. Ve Sayın
Cumhurbaşkanı da, epey zamandan beri tam da bu hususu tekrar tekrar
kayıtlara geçiyor… Evet, Türkiye kendi güvenliğini tehdit eden
bütün unsurları, olabildiğince uzaktan karşılamak durumunda… Aksi
hâlde hasar alma tehlikesi her zaman mevcuttur. Erdoğan’ın ifade
ettiği üzere, Suriye sınırımızın ötesinde 20 millik (30-32 km) bir
tampon bölge yalnızca bir koridor, bir emniyet şerididir. Elbette
sadece bu koridorla her şey hallolacak değildir. Fırat’ın batısında
veya doğusunda veyahut başka yerlerde, kısacası topraklarımıza olan
mesafe ne olursa olsun, tehdit teşkil eden her yapıya karşı
operasyon hakkımız vardır. Buna itiraz etmek isteyen olursa, önce
(bana tehdit var diye) 10 bin kilometre öteden, Atlantik
Okyanusu'nun öte yakasından gelip Suriye’ye çöreklenen ABD’nin
konumuna baksın! Keza Fransa ve İngiltere’nin “terörle
mücadele koalisyonu” maskesi altında çevirdiği
dolaplara baksın…
O dolaplar ki, geçmişte Kuzey
Irak’ta bugünkü tabloyu hazırlayan benzer kirli tezgâhların birer
tekrarıdır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın “Ülkemize karşı yeni bataklık hâline
dönüşecek bir güvenli bölge uygulamasına asla izin
veremeyiz” derken, 1990’larda; Irak’ın kuzeyinde
oluşturulan uçuşa yasak güvenli bölgede, Çekiç
Güç marifetiyle PKK terör örgütüne sağlanan lojistik
desteği unutmadığımızı ihsas ediyor. “Güvenli Bölge
teklifimiz terör örgütlerini Türkiye’nin kontrolünde, bir şekilde
sınırlarımızdan uzak tutma amacını taşıyor…” izahı
da, Türkiye’nin meşru savunma hakkının tartışmasız ifadesidir.
Velakin bu hakkımızı koruyabilmek, yine de güçlü olmamıza
bağlı.