15 Temmuz ihanet kalkışmasının
ikinci yıl dönümünde, darbe teşebbüsü ve ardındaki FETÖ’ye dair pek
çok şey tekraren söylendi ve yazıldı. İhanetleri unutmamak önemli,
vaktinde önlemek de…
Bu topraklarda kamu düzeninin ve
ulusal güvenliği tehdit eden irili ufaklı örgütlerin sayısı
maalesef çok fazla!.. Bazen göz göre göre bu örgütlerin faaliyetine
nedense ses çıkarılmaz. Hayli tahribat yaptıktan nice zaman sonra,
o örgütlere operasyon yapılır, kimi mensupları derdest edilir, ama
kimileri de kaçmış olur!.. Bunun son örneği Adnan Oktar isimli
kişinin yıllardan beri faaliyet süren ve hâlâ daha tam olarak ne
olduğu, hangi odaklara hizmet ettiği bilinmeyen tuhaf örgütüdür. Bu
satırların yazıldığı ana kadar yaklaşık iki yüz tane iltisaklı kişi
yakalanıp gözaltına alındı, bunların bir kısmı adliyeye sevk
edildi. Medyada daha çok bu örgütün magazin tarafıyla ilgili
haberler yer alıyor… Fakat öbür taraftan da, bu örgütün elebaşı ve
yardımcıları hakkında, yabancı devletler hesabına casusluk yapmak
da dâhil, çok ciddi iddia ve ithamlar var. Bu durumda magazin
haberleri acaba neyi kamufle ediyor? Medyadaki yaklaşım tarzı ile
adli mercilerin soruşturmasındaki gerekçeler arasında taban tabana
zıt bir durum var. Ve bu durum insanların kafasını fena hâlde
karıştırıyor. Bir diğer önemli nokta, bu örgütün elebaşına
yakıştırılan ‘Hoca’ sıfatı… Hocalık sıfatı ve kavramı, günümüzde
esas manasından tamamen kopuk, ilgisiz – alakasız ve son derece
laubali biçimde, ipsiz – sapsız tipler de dâhil herkes için kolayca
ve sorumsuzca kullanılır oldu. Yaşantısıyla, maddeten ve manen
gayrimeşru hâl ve hareketleriyle, süfli faaliyetleriyle fert ve
toplum aleyhine bir fesat kaynağı olmuş kişilere hangi idrak ve
izanla bu paye verilebilir? Sakatlık burada
başlıyor!..
15 Temmuz ihanetini tezgâhlayan
FETÖ’nün elebaşı gibi, tarih boyunca sayısız sapık ve sapkın isim,
insanların maddi ve manevi huzuruna tasallut etmiş, kurduğu terör
örgütleriyle binlerce, on binlerce masumun kanına girmiş,
memleketlerde fitne ve fesat tohumları ekerek, toplumları bir daha
yakalarını kurtaramayacak derecede kin ve düşmanlıkların içine
sürüklemişlerdir. Bu zındıklara bazen hoca, bazen şeyh, bazen de
başka sıfatlar yakıştırılmış, böylece kirli yüzleri ve niyetleri
gizlenmiş, insanların bunlara kapılıp peşinden sürüklenmelerine
ortam hazırlanmıştır. Dokuz yüz küsur sene evvel, Hasan Sabbah’ın
kurduğu; dehşet saçan “Haşhaşiler” terör örgütü, büyük Selçuklu
devlet adamı Vezir Nizamülmülk de dâhil, yüzlerce kişinin kanına
girmişti… Lübnanlı Hristiyan yazar Amin Maalouf, “Samarkand”
romanında; hem Hasan Sabbah’ın esrarla beyinlerini uyuşturarak
birer korkunç katile dönüştürdüğü militanların yaptıklarını hem de
ondan sekiz yüz sene sonra, İran Şahı Nasıruddin’i kendine bağlı
bir fanatik olan Rıza Kirmani’ye öldürten Cemaleddîn-i Efganî’nin
yaptıklarını dramatize eder.
(Cemaleddîn-i Efgânî diye
tanınan, ama esasen Afgan olmayıp İranlı bir Şiî olan (İran’ın
Hemedan vilayetine bağlı Esadabad ilçesinin Seydan köyünden)
Cemaleddîn – Esadabâdî, önce İskoç Mason Locasına, daha sonra
İngiliz Mason Locasına girmiş, İran’ın ilk masonlarından olan bir
kişidir. Merkum gittiği her yerde, çok kısa zamanda fitne
çıkarmakta zorlanmamıştır… İstanbul’a ilk geldiğinde, peygamberliği
sanata benzetince (Her şeyin bir sanatı vardır. Ruhun sanatı da
peygamberliktir, demiştir) kovulmuştur. Daha sonra Londra’ya,
Paris’e giderek çok çeşitli ve karanlık ilişkilerde bulunmuş,
buralarda İngiliz ve Fransızların yardımıyla dergiler çıkarıp
yazılar yazmıştır. Nihayet Mısır’a gidip orada dönemin baş müftüsü
olan Muhammed Abduh’u tesiri altına alarak, “Selefîlik” adlı sapık
cereyanı kurmuştur… Efgânî’nin İngilizler hesabına çalıştığını ve
ne derece tehlikeli biri olduğunu tespit eden, Sultan Abdülhamid
Han, 1892’de onu bir şekilde İstanbul’a getirterek burada göz
hapsine aldırmış ve kontrol altında tutmuştur… Maalesef Efgânî’ye
Türkiye’den de birçok kişi kapılmış ve onu ‘İslâm âlimi’ olarak
algılamıştır.
Muteber din kitaplarında, kötü
din adamlarının insanların en kötüsü olduğu bildirilir… Çünkü onlar
kendi bozuk görüşlerini din hükümleri olarak insanlara empoze
ederler… Bunların hemen hepsi siyasetle ve siyaset adamlarıyla çok
sıkı ilişkilere girip devletlerin düzenini bozmada önayak
olmuşlardır. Mesela Sultan Abdülaziz Han zamanında şeyhülislamlık
makamını işgal eden Hasan Hayrullah Efendi’ye bu yüzden “Şerrullah”
deniliyordu. Keza Mithat Paşa’nın, Sultan Abdülaziz Han’ı tahttan
indirmek için fetva istediği, fetva emini Kara Halil Efendi, “Böyle
hayırlı bir iş için çarşaf kadar fetva veririm…” diyebilmiştir.
İşte bu örnekler, din adamı kisvesi içinde insanları ve
memleketleri ifsat eden münafık ve zındıkların “hoca” sıfatıyla
nasıl kendilerini gizleyebildiklerini bize açıkça gösteriyor. Demek
ki ben hocayım diyen herkesi hemen gerçek hoca sanmamalı. Hele hele
şarlatanları hiç hocalıkla bağdaştırmamalı. Aksi hâlde 15 Temmuz
gibi ihanetlerin önüne geçmek mümkün olmaz!.. Geçmişi unutmayalım
ki, tekrar etmek zorunda kalmayalım.