Hepimiz hepimizin her şeyini bilirdik. Bir tek Mehmet’in geçmişi hariç… O, anlatmazdı. Biz de sormazdık.
“Hepimiz” dediğime bakmayın. Hepi topu dört kişiydik. Bu Anadolu kasabasına sıkışıp kalmış dört kişi. Kasabalının “çok büyük alim” dediği müftü Halil, dört doktorun başhekimi Sabri, savcı Mehmet ve ben, yani kasabanın milli eğitim müdürü İhsan.
Bizim bu Halil müftüdür falan ama biraz değişik adamdır. “İlle” dedi, “cuma gecesi çıkalım, Karacaören’de muhtarın evinde kalalım, sabah kahvaltıyla birlikte Aladağ’da kampa gidelim.”
“Çadır yok, çadır bulsak malzeme yok” dedik, “bende var” dedi, “yol yöntem bilmeyiz” dedik, “öğretirim” dedi. Bütün yollarımızı “olur”a çıkardı elhasıl. Eh, çare yok. “Arkadaşlık pekey demekle kaimdir” deyip köfteyi, helvayı, domatesi, biberi, mangal kömürünü, kalınca kazakları, çift çift çorapları alıp düştük yola. Geceyi, Karacaören’in ağası da sayılan muhtarın evinde geçirdik. Bir gece evinde misafir etti ya bizi, hepimizi borçlandırdı. Köyün çocuklarının aşısı, caminin halısı, mera davası derken bana da aşağı köydeki ortak okulun çatısını aktarma işini yazıverdi. Öyle tatlı, öyle içten ağırladı ki hepimiz razı olduk istediklerini tez elden yapmaya.
Sabah tek kırma bir tüfekle bir çapraz fişeklik getirdi bana muhtar. “Bir de Barettam var ki kız gibi” diyerek onu da Sabri’ye uzattı. Mehmet, tabancaya değil ama tüfeğe sert sert baktı ama durmadım üzerinde. “Ne de olsa hukuk adamı. Belli ki kaçak av meselesi canını sıktı” diye düşünüp geçtim.
Karacaören’den üç kilometre daha arabayla gidince yol bitti. “Hadi bakalım” dedi Halil, “tabana kuvvet.”