“Yazı bir dert, kışı bir dert” diye uyandı o karışık rüyadan. Yatakta doğruldu. Uykusu biraz açılınca “yazı hiç görmedin ki derdini bilesin” diye fısıldadı yanında uyuyan yabancıya bakarak. Nice sonra uykusu boyunca sıktığı dişlerinin sızlamasını yanına alıp balkona çıktı.
Bozkırın insanın yüzünü ısırıveren ayazına alışamamıştı bir türlü. Burada, bozkırın ortasında doğup burada büyümesine rağmen soğuktan nefret ediyordu. “İçin” de olabilirdi. Bozkırın ortasında doğduğu için yani. Karar veremedi. Uzağa, ufka, o tuhaf kahverengiliğin oluşturduğu bungunluğa baktı. Nefesini tuttu sonra. Tuttuğunu salmamayı düşündü. Gücünün yetmediği şeyleri değiştirmeye çabalayan bir deli gibi hissediyordu kendini nicedir. Ne demişti o şair eskisi: “O senin dediğin Sisifos abicim. Kayayı dağın doruğuna çıkarmaya mahkûm etmişler seni. Ya gücün yetecek ya çabalayıp duracaksın.”
Kaya dağın doruğuna çıkmıyordu işte. Çabalayıp durmaktan da bunalmıştı.
Ellerini saçlarının arasında gezdirdi. Çocukların banyo sırası kavgası ilişti kulağına. “Bir siz varsınız” diye geçirdi aklından. Bozkırın bütün çetrefil meselelerini bir olacak yere bağlayan iki kelimeden ikincisini seçip saldı o kahverengiliğe: “Nasip be.”
Her bir insanın hikâyesini biricik ve benzersiz saydığı bu zamanda elbet o da hikâyesini biricik ve benzersiz sayıyor, sıkışıp kaldığı yere daha önce hiç kimsenin sıkışıp kalmadığını düşünüyordu.
Hâşâ. Bu hikâye parçasını size anlatan adam inanır ki her bir insanın hikâyesi hem benzersiz hem biriciktir. Lakin şuna da inanır. Bütün iyi hikâyelerin sonunda önerdiği çıkış aşağı yukarı aynıdır: “Bir karar vereceksin.”
Karar vermek çok zor geliyordu ona. Hâlbuki sıkışıp kaldığı yerin giderek daralacağını, her sabah tedirgin düşlerden uyanarak dişlerinin sızısına katlanmanın giderek zorlaşacağını, en nihayet hayat isimli kara trenin buhar üreten makinesinin ıhıp pısıp kalakalacağını bir sezse belki de her şey yeniden başlayacaktı.
Sızı geçmez, tedirgin düşler bitmez, sıkışıklık yerini bir ormana bırakmaz gibi geliyordu ona.