Ahmet Tezcan ağabeyin Alija dizisi için yazdığı senaryonun birinci bölümünü okurken yeniden hatırladım o çok mühim meseleyi.
İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken Aliya İzzetbegoviç’i askere almak isterler. Hırvat Naziler yani Ustaşalar ile Sırp Çetnikler arasında sıkışıp kalmış bir Müslüman olan Aliya, bu kirli savaşın bir parçası olmak istemez. Zira bu savaş onun savaşı değildir, hiç olmamıştır. Hem Sırpların hem de Hırvatların Yugoslavya’nın dört bir yanında yaşayan Müslümanların varlığına saygı duymadıklarını bilir çünkü.
Çareyi, doğduğu topraklara yani Şamats’a sığınmakta bulur. Burada gözlerden uzak şekilde yaşayabileceğini düşünür ama öyle olmaz. Yugoslav polisleri Aliya’yı, rahmetli dedesinin evinde yakalar.
Hikaye uzun. Meraklısı Aliya’nın otobiyografisinden okuyabilir bu kısmı. Aliya, zihnim beni yanıltmıyorsa, iki yıla yakın bir ceza alır. Ağır şartlarda bir işçi-mahkum olarak çalıştırılır. Bu iki yıl boyunca ne sonradan evleneceği ve o sıralarda aşkından tir tir titrediği Hersekli Halida’sını görür ne de hayatının diğer aşkını, yani annesi Hiba’yı.
Sayılı gün bittiğinde tutulduğu hapishaneden bir jip ya da kamyon arkasına atlayıp Saraybosna’ya gelir.
Meselenin ek yerine geldik işte. Aliya, Saraybosna’ya geldiğinde ilk nereye gider dersiniz? Doğruca annesi Hiba’yı görüp ona sımsıkı sarılmaya mı? Hayır. Doğruca Halida’ya koşup hasret gidermeye mi? Hayır. Nereye peki? Arkadaşlarıyla kurduğu ve Yugoslavya Müslümanlarının uyanışını hedefledikleri Miladi Müslümani teşkilatının yönetim ofisine.