Bayılırdı pazarları çoluğu çocuğu arabaya doluşturup kıra vurmaya. Dükkânı kalfaya emanet eder, biraz et hazırlar, nereye gittiğini soran esnaflara da “pazar çalışılır mı be?” derdi.
“Kıra vurmak”, diline rahmetli babasından yerleşmiş bir tabirdi. 18 yaşında geldiği İstanbul’a gönlü bir türlü akmamıştı babasının. Her hafta sonu, daha doğrusu Tuzla’daki tersane işinden vakit bulduğu her boşlukta “hadi gidelim” derdi Ali’ye, “kıra vuralım kendimizi.”
Bazen Aydos’a, bazen Düzmeşe’ye, Kerpe’ye, Başdeğirmen’e… İstanbul’un, İzmit’in, hatta Tekirdağ’ın bilmediği, tanımadığı ormanı yoktu Ali’nin. Dile kolay. 38 yıldır; 18 yılı babasıyla, 20 yılı eşiyle ve çocuklarıyla orman dolaşırdı.
O gün de öyle yaptı. Büyük kız mızmızlanıp gelmeyince hanımı Şükran’ı ve 9 yaşındaki Ece’sini alıp vurdu kıra. Epeydir yolunu düşürmediği İnceğiz’e gitmekti niyeti.
Arabadaki sessizlik dağılsın diye radyoyu açtı Fatih Sultan Mehmet Köprüsü yoluna girince. Her zaman dinlediği haber radyosunda bir açık oturuma denk geldi. Bir televizyondan canlı yayın aktarımı idi. Bir uzman, memleketin en önemli sorununun mülteciler olduğunu hararetle savunuyor, bir başkası ona coşkuyla destek veriyor, biri de itirazlarını sıralıyordu.
Kendi kendine “kardeşim, gidip memleketini savunmak yerine buraya gelip ekmeğimize çöküyorlar. Her yeri ele geçiriyorlar” dedi Ali. Kızmıştı yine.