Aynı anda aynı gemiye baktık. Ben, bindiğimde bu dünyanın bütün telaşını geride bırakacağım bir mekân hayal ettim gemiye bakınca. Sanki Nuh Nebi’nin gemisi imiş de, cümle hayvanat ve nebatatla birlikte yolculuk edecekmişim, bütün kötü insanları, bütün eksik dostlukları, bütün hayal kırıklıklarını, bütün hırsları geride bırakacakmışım gibi. Sonunda sular çekilecekmiş ve üzerine yerleştiğimiz dağda bir aşure kaynatıp ufka bakarak şükredecekmişim gibi. Ve yine sonra aynı hikâye kaldığı yerden, Habil ile Kabil’in başlattığı yerden devam edecekmiş gibi.
“Kaç para?” diye sordu benden önce davranarak. “Üç yüze bırakırım” dedi tezgâhın sahibi. Nuh’un gemisini üç yüz liraya alabilme fikrini sevdim ilk anda. “O almazsa ben emeksiz, zahmetsiz, neredeyse hiçbir şey yapmadan; sadece para vererek sahip olur, biner, yağmurun başlamasını beklerim” diye düşündüm. Beklerim ve o yağmur, o büyük yağmur başladığında içimde kurtulmuş olmanın o muazzam huzuruyla dolar yelkenlerim.