Yine de en tuhafı, o dört ölümün ardından, “Bir tarikatın kurtarılmış bölgesi olarak bilinen bir İstanbul semtinde, 48-62 yaş aralığında dört kardeş girdikleri maddi krizden çıkamayarak intihar ediyor. Ve Allah, din deyince mangalda kül bırakmayanları bir daha iddiasından vuruyor” yazan Mustafa İslamoğlu’nun sahibi olduğu Akabe Vakfı’nın ölümlerin olduğu eve uzaklığının 1,5 kilometre olması değildi galiba. Hatta bu, tuhaf bile değildi. Ölümü, o en büyük şarkıyı kendi çıkarı, anlayışı, kadüklüğü için kullanmak niçin tuhaf olsun ki hem? Hatta İslamoğlu’nun “iddiasından vurulmak” dediği an iddiasından vurulduğunu fark etmemesi bile tuhaf değil.
Şimdi sorum şu: Ölen dört kardeşin ardından konuşan herkes niçin dünyanın en duyarlı, en hassas, en zarif insanı olarak konuşuyor? Mesela oturdukları apartmanın yöneticisini duydum radyoda. “Takmayın yahu kafanıza, ödersiniz aidatları” demiş her seferinde. Bilmem, belki de demiştir. Veresiye aldıkları bakkalı da dinledim. Her seferinde, “Üzmeyin kendinizi, paranız olunca ödersiniz” demiş kardeşlere borçları hakkında. Bilmem, belki de demiştir.
Demişler midir sahi? Der miyiz, diyor muyuz? Öyle insanlar mıyız? Bilmem, belki de öyle insanlarızdır. Ya da her seferinde kendimizi kandırmanın bir yolunu buluyoruzdur belki de.
Daha geçen gün çok sevdiğim bir arkadaşım yanıma geldi. Epeydir işsiz. Niteliklerinin çok altında bir işe de razı. Yaşadığı ilde oturan dört-beş tanıdığımı aradım. I-ıh. Bekçilik, güvenlik görevliliği, depo sorumluluğu falan gibi işlere razı üniversite mezunu arkadaşımın durumunu ilgi alanlarına sokamadım, bir sonuç alamadım.
Başka tarafından devam edeyim.
Dört kişi eğer bir külte üye değillerse, Jim Jones’un, Fetoş’un falan elinden içmedilerse siyanürü, topluca intihar etmeye karar veremezler. Eşyanın tabiatına aykırıdır bu.