Bana Sadi anlatıyor, ben de size anlatıyorum. Öyle billahi.
Neresi olsun şehrimiz? Belh olsun yahut Horasan yahut Yezd yahut Urumiye. Vakitlerden yaz, zamanlardan eski bir zaman olsun.
O gün de her gün olduğu gibi O’na birazcık da olsa yakınlaşmak arzusuyla zikir dışında bir şeyle meşgul olmamış dervişcik. Hay deyip dönmüş, Hû deyip yanmış. “Allah ateş ben uçkunum, şeytansa benim suyum” diyerek döne döne ismini çağırmış Ulu Tanrı’nın. Çiçek görse hayrete, dere görse haşyete düşerek gününü gün etmiş. Ne sandın ya efendi? Gününü gün etmek diye buna derler. İçinde Allah’ın olmadığı güne gün denir mi? O gün, gün edilir mi?
Dervişcik ateş-i aşk ile yansın da dönedursun. Biz gidelim meclis-i meyhaneye kim gör bak orada ne işler olur da ne ibretler yaratılır.
“Doldur peymaneyi gamdan içeriz / bir yâri kaybettik andan içeriz” diyerek sabahın seher vakti bintül inebi yudumlayarak gönlünün yarasına derman zanneden bir şaşkın serhoşcuk var imiş bu meyhanede. Eve ya gider ya gitmez, elindeki kopuzla gamı kedere yoldaş edip çalar çığırırmış. Meyhane milleti bu dertli garibin sesini de, sazını da pek severmiş. “Haydi söyle ki şarabın benden” derlermiş. Bu dertli garip de çalar çığırırmış.
Lakin geçmezmiş gönlünün yarası, kalbinin gamı. Ne kadar içse o kadar geçmezmiş. Ne kadar söylese o kadar geçmezmiş.