Bu ıssız dağ başında dursak mı biraz?
Şu iflah olmaz doğa romantikleri gibi taştan ocaklar yapar, çalı çırpıyla ateş yakar, pahalı ekipmanlarımızı göstere göstere internetten aldığımız daha da pahalı kahve takımlarımızla kahve pişiririz. Adına da “doğaya kaçış” deriz. Yeteri kadar havalı bulmazsak durumu, çok pahalı bıçaklarımızı çıkarır, ağaçlardan yontular yaparız. Uyku tulumlarımızla hikâye paylaşır, sabah güneşin doğuşunu reelsleriz. Olmaz mı?
Bu kalabalık mekânda dursak mı biraz?
Mutluymuş gibi yapmak için kalabalık mekânlardan daha iyisi nerede bulunur ki? Mekânın en güzel ışık alan yerini bulur dudaklarımızı büzüştürerek selfie çekeriz. Kahkahalarla doldururuz gök kubbeyi. Ona hoş bir seda bırakmak yerine niçin bir kişneme bırakmayı tercih ettiğimizi, kahkahamızın hangi derin yalnızlığımızı gizlediğini düşünerek kaybedecek vaktimiz yok nasılsa. Genel olarak vaktimiz yok. Kişnememiz, selfilerimiz, kokteyllerimiz, kötü yapılmış ama muhteşem bulduğumuz tatlılarımız bittiğine göre mutsuzluğumuzu bastırmak için yeni bir mekâna akmamız gerekiyor. Çıkalım mı buradan? Yeni bir yer açılmış diyorlar.
Bu deniz kenarında dursak mı biraz?
İstanbul’u çok ama çok bozduğumuzu, ama hala şehrin çok güzel olduğunu anlatırız yanımızdakine. Nostaljik, ağlak birer sağcıya dönüştüğümüzü fark etmek şöyle dursun, Laz müteahhitler tarafından yapılmış biçimsiz evler satın alabilmek için hayatımızı nasıl mahvettiğimiz bile gelmez aklımıza. Deniz olsun, iyot kokusu olsun, sevdiceğimiz olsun bir de. Bir de soru: Yakamoz’u en iyi Ahmet Kaya mı söylüyor, İbrahim Tatlıses mi?
Şu duyarlılık durağında dursak mı biraz?