Öyle yorgun, öyle yorgun ki Türkiye’de kavramlar, kavramın kendisini doğru düzgün tanımlamaya çabalayanların, kavramın çevresini ihata etmeye gayret edenlerin çabaları beyhude kalıyor sanki. Diğer yandansa, neredeyse kasıtla “ne olduğu belirsiz” halde bırakılan kavramların üzerinde tepinmeyi marifet sayan insanların çağındayız. Derdini anlatmaya çabalayan herkesin kaybettiği, dahası bir dert sahibi olan herkesin kaybetmeye mahkum edildiği günlere eriştik.
Son günlerin popüler tartışmaları olan “cemaat, tarikat, İslamcılık” v.b meselelerinde kalemi elime aldığım her an kendi kendime “öyle yazmalısın ki meseleyi gerçekten 10 yaşındaki çocuk da anlayabilsin” diyorum. Diyorum demesine ama özellikle bazı çevrelerin, bazı isimlerin “anlamak” ile ilgili hiçbir dertleri kalmamış görünüyor.
Yine de boynumuza borçtur bu tanımları elimizden geldiğince yapmaya çalışmak.
Hadi bugün İslamcılık meselesi üzerinden gidelim. Önce her zaman söylediğimizi söyleyelim. İslamcılık, yaşı 150’yi aşmış bir ideolojik yönelimdir. Bir politik formasyon biçimidir. “Müslümanların emperyalist Batı uygarlığı karşısında aldığı yenilgi” ile baş etmenin nasıl mümkün olabileceği sorusuna aranan cevaplar bütünüdür.
Yine tekrar edelim. Her Müslüman’ın İslamcı olması gibi bir şart olmadığından (aslında bu da uzun uzun konuşulması gereken bir mesele; fakat neyse) bu isimlendirmeye ihtiyaç duyulmuştur.
Şu üç temel noktada düğümlenmiştir İslamcılığın meselesi. Birincisi, Müslümanların kendileri, ülkeleri ve dünya hakkındaki kararlarını bağımsız şekilde verebilecek onurlu ve şerefli bir insan topluluğu olduğuna inanmak, bunu savunmak. İkincisi, Müslümanların siyasi, iktisadi ve kültürel anlamda bağımsızlığına inanarak Müslümanların kendi ekonomik ve askeri teşekküllerinin olmasını savunmak. Üçüncüsü ise anti emperyalist bir çizgi içerisinde dünyadaki tüm mazlum ve mağdurların mazlumiyetlerini ve mağduriyetlerini gidermek için uğraşmak.