Bazısı baba yadigârı olan bıçakları iki gün önceden ayaklı masatta bilemişti zaten. O sabah sert deriden yapılma bıçak kemerini beline doladı. Daha kara geceydi. Salona baktı. Kızının mışıl mışıl uyuması gereken somyaya takıldı gözü. Somyanın kimsesizliğini garipsedi. Çaresiz büktü boynunu. ‘Bu da geçer inşallah’ dedi.
Sabah ayazı yüzüne yüzüne çarpıp biraz dağıttı hüznünü. Usul usul yürüdü. Yürüdükçe bıçak kemeri hışırdadı, gün çatladı. Altındağ sırtlarından Çankaya’ya doğru onlarca kez sarıp boşalttı, boşaltıp sardı yükünü.
Babasının öğrettiği iki meslek vardı İhsan’a. Biri kasaplık, diğeri suskunluk. Senenin altı ayı mezbahalarda iş varsa altı ayı yoktu. İşte Altındağ’da, son kalan gecekondulardan birinde geçinip gidiyordu yine de. Allah’ın bugününe de, her gününe de şükürdü. Aç’ın mezarı yoktu ya. Yeter ki sıdk ile rızkını arasın insan.
Bayram namazını kılıp kapıda Mehmet Ali Bey’i buldu. Elini öptü. ‘Bayram mübarek olsun’ dedi. Mehmet Ali Bey her geçen yıl biraz daha yaşlanıyor, her geçen yıl biraz daha çöküyordu. Ne demişti bakalım geçen sene çocukları: ‘Baba, bahçede kurban işi mi kaldı Allah’ını seversen. Veriyorsun vekâleti, kolilere doldurup kapına getiriyorlar. Biz de öyle yapalım artık.’ Mehmet Ali Bey dik adamdı. ‘Ben ölünce siz öyle yaparsınız’ deyip kestirip atmıştı.
Tekbirler getirilirken irice danayı ıh deyip çökertti yere. ‘Bismillah Allahuekber’ deyip tek çekişte aldı canını hayvanın. Eziyetsiz, üzüntüsüz. ‘Hey maşallah’ dedi Mehmet Ali Bey, ‘yine hiç eziyet çekmedi hayvancağız. Yaşa sen evlat.’
Yarım saat içinde derisini, işkembesini, bilmem nesini halledip dörde böldü hayvanı. Sıra Emine Ablaya geldi yani. ‘Oğlum şurasını bi bana ver bakayım’dan başlayıp ‘aman diyeyim yağını da üstünde bırak ki kıyması güzel olsun’a kadar ilerledi mesele. Bir saate de incesi bitti yani.