Bir kitap sayfasındaki o siyah beyaz fotoğraftaki kadını gördüğümde bir isim vermek istedim ona. Biri diğerinden küçük gözleri, arasına aklar karışmış dalgalı saçları, hafifçe dışrak dişleri, kemikli kuru elleri, puntolu basma eteği ve nasıl kaybettiğini az çok tahmin ettiğim olmayan bacağıyla bu yaşlıca kadının adı “Fatıma” olsun dedim kendi kendime.
Elli beş kesindi, hatta belki altmış. Burada, Gazze’nin eş-Şati mülteci kampında yaşıyor olmanın gereği neyse o sinmişti yüzüne. Korkaklık barındırmayan bir acı, tereddütsüz bir cesaret ve biteviye bir “hayatta olma vakarı.”
Fotoğraf 1988 yılında çekilmiş. Ben Fatıma’yı elli beş yaşında kabul ettiğime göre Nekbe’de yani 1948’deki büyük sürgünde 15 yaşında bir kızmış. “Ben de amcamın oğlu Ali’yi seviyorum” dizesini elbette daha yazmamıştı Sezai Karakoç ama nedense Fatıma’nın ilk aşkının ismini Ali diye bellettim zihnime. “Nedense” demem lafın gelişi. Adın Fatıma ise seni bir Ali bulacak elbet.
Nekbe’de ayrı düşmüşlerdir Ali ile. Evlerinin anahtarlarını “döneceğiz elbet” diyerek sıkı sıkıya göğsüne bastıran anası, ne olup bittiğini anlayamayan erkek kardeşi ve dokunsalar ağlayacak gibi duran babasıyla Fatıma...