Mevlana İdris Zengin ağabeyin Eyüp Sultan Camii’ndeki cenazesi, bir bakıma uzun yıllar işletmesini yaptığı o şahane mekânın, Eski Kafa’nın alışıldık iftar organizasyonlarına benziyordu. Güzel, makul, vakur bir kalabalık. Sadece doğal olarak “neşe”si eksikti bu sefer, çünkü Mevlana abinin doğal olarak ürettiği bir şeydi neşe. O olmayınca, orası eksik kaldı işin.
Mevlana abi musalla taşında beklerken zihnimi yokladım. Uzun uzun düşündükten sonra sonunda buldum. İlk kez, 1997 ya da ’98 yılının MGV Şiir Gecesi’nde, Çemberlitaş’ta tanışmıştık. Ben, dergilerde yeni yeni şiirleri yayınlanan 23-24 yaşında bir şair, o da en parlak verimlerini ortaya koyan, çocuk edebiyatı alanında da işler yapmaya başlayan 33-34 yaşında bir başka şair. Şiirini okuduktan sonra montunun içinden bir kefiye çıkarıp Filistin için salladığını hatırlıyorum.
Hastaneye kaldırılmadan önceki son gününü şöyle anlattı şahit olan bir arkadaş: “Kahramanmaraş’ta, masal yazım atölyesini bitirdi, çoğu ilkokul öğrencilerinden oluşan talebelerine pizza ısmarladı, onlarla gülüp eğlendi, ardından duvar dibinde bizimle oturup uzun, neşeli bir muhabbet etti. O gece de hastaneye kaldırdılar zaten.”
Bizim çevremiz aslında dardır ve ne yazık ki dedikodusu da boldur. Geride bıraktığım 25 yıllık tanışıklıkta içinde Mevlana abinin de olduğu bir dedikodu hatırlamaya çalıştım. Yok, bulamadım.
Vefatından hemen önce iki iş planlamıştık onunla. Birinin süreci devam ediyordu. Efsanevi edebiyat dergisi İkindi Yazıları’nın “özel sayısı” için editörlük yapmayı kabul etmişti.