Sendin o. Yeşiller içinde üzerime doğru yürümeye başladığında bunu anlamıştım. Sendin.
Ertesi gün Üsküdar’dan Kızkulesi’ne doğru yürürken iyiden iyiye ikna olmuştum meseleyi uzatmamak gerektiğine. Uzatacak bir şey de yoktu zaten. Sendin o.
Seni bırakıp Üsküdar’a döndüğümde İbrahim abi gördü beni. Ah o delikanlılık ateşiyle anlattım olan biteni. Elini omuzuma koydu, çay söyledi, gülümsedi. Ah ne güzel gülümser zaten. Üsküdar’ın en güzel adamıdır yani.
‘Akşam bize gel, Aşi ablan güzel yemek yapmış, hem Hallaç Divanı’nı da daktilo edelim biraz.’
Bilirsin ya, daktilom iyidir. İbrahim abi Hallaç Divanı’nı çeviriyor, ben yazıyorum. Aslında onun buna ihtiyacı yok. Ben züğürde kalbimi kırmadan harçlık vermenin bir yolunu bulmuş durumda sadece. Bilirsin ya, belli etmez ama incelikler ustasıdır aslında.
Bir koşu eve gittim. O beyaz pantolonu çantama koydum. Hatırlarsın. Öyle kirli beyaz, kırık beyaz falan a değil. Bembeyaz işte. Ve şöyle düşündüm: ‘Bu beyaz pantolonu giydiğimde olacak bu iş.’