Yazmasının üzerine öylece kovuverdiği sakızıyla odaya girer, ‘bilmiyorum işte şu Türk kahvesini yapmayı, isteyip durmayın artık’ diye söylene söylene kahveleri dağıtır, kapıdan çıkarken sakızı kafasından alıp ağzına atıverirdi.
Kral FM yıllarıydı. Songül ablanın çayı kahveyi yaptığı, yemekleri pişirdiği küçük mutfağında her daim Kral FM açık olurdu. Bakmayın siz ‘bilmiyorum’ demesine. Çayı da, kahveyi de, yemekleri de şahane yapardı. Bir de dert anlatır, dert dinlerdi.
‘Adımı niye böyle koymuş babam? Benden önce olmuş dört tane kız. Ben de kız olunca olmuşum Songül. Allah’tan insaflı adamdı benim babam. Yoksa sana olurdu adım Yeter, Kısmet yahut İmdat’ diye gülerek anlatırdı isminin niçin Songül olduğunu.
Hikâyesi acıklıydı. Babasının ‘buna varacaksın’ diyerek zorla evlendirdiği hayırsız kocası, düğünden altı ay sonra ‘bir yıla kalmaz dönerim’ diyerek İsviçre’ye gitmiş, bir daha da dönmemişti. Songül abla, Ayşe kızıyla kalakalmıştı. ‘Dört ay evlilikten aha bu yadigâr kaldı bana’ diyerek severdi bazı günler fakülte sonrası şirkete uğrayan Ayşe’yi. Sevmek dediysem, öyle böyle değil. ‘Anne yeter ama’ diyene kadar sarılıp uzun uzun koklamalı bir sevme.
Ben mutfaktaysam dokunmazdı ama Ayşe’ye. Yutkunduğumu bilirdi çünkü. Ana sıcaklığı nedir bilmiyordum çünkü. Neyse, uzun hikâye…
Çalışmış Songül abla. Hep çalışmış. Konfeksiyonda, kimya fabrikasında, gündelikçi olarak… Her yerde çalışmış. Kızını muhannete muhtaç etmeden 19 yaşına getirmiş.