Odayı altüst ettik. Bir labirent oyunu oynar gibi, o masayı buraya, bu koltuğu şuraya derken çeyrek saatte “buraya üç kişi sığar, kamera da şuradan çekim yapar” kıvamına geldik.
Aslında dört kişiydik. Ama alanımıza dört kişinin sığmasına imkân yoktu. O yüzden üç kişiye indirdik programı. Katılımcıları sürekli değişecek, dördüncü kişi telefon bağlantısı yaparmış gibi kenarda oturacaktı.
O meşhur, meşhur olduğu kadar da bayat soruyu sordu arkadaşlardan biri: “Ne konuşacağız?”
Size bir sır vereyim. Ben bu sorudan nefret ederim. Birazdan başlayacak bir muhabbet öncesi, çay ocağında çayları söylemeden hemen önce, “eee, ne konuşacağız?” diye sorsa arkadaşlarınızdan biri “nasıl la ne konuşacağız, muhabbet edeceğiz işte” demez misiniz? O halde niçin, araya kamera girince ne konuşacağımızı merak edelim ki? Çayları söyleyelim, muhabbeti demleyelim, rüzgâr bizi nereye götürürse oraya doğru akalım. Akalım ki sözün uçurtması süzülsün nazlı nazlı o rüzgârla.
Kamera kayda girdi. Başladık muhabbete. Kıkırdadık, güldük, gülümsedik, birimiz öksürdü onu çok komik bulduk. Dördüncümüz yandan muhabbete bağlandı, onu da…
“Ne konuşacağız?” endişesiyle başlayan program “amma çok şey konuştuk” diyerek, planladığımız süreyi de epeyce aşarak bitti.