Kavramın tam o anlama gelmeyeceğini bilerek, fakat derdimi anlatmak için çok işime yarayacağını bildiğimden diyorum 'öğrenilmiş çaresizlik cümleleri' diye. Ve aşağı yukarı şu anlama gelecek şekilde kullanıyorum: Meseleyi kapatıvermek için sarıldığımız, kendisine inandığımız anda o meseleyle ilgili herhangi bir ek bilgiye ihtiyaç duymadığımız, yargısını içinde barındıran 'kesin inanç cümleleri.'
Ençok tarih ve siyaset alanında ihtiyaç duyuyoruz böyle cümlelere. Bir de önemli şahsiyetler konusunda yetişiyorlar genellikle kullananın imdadına.
Türkiye’de en yaygın kullanılan iki 'öğrenilmiş çaresizlik cümlesi'nin de aynı isim yani Abdülhamit Han için kurulduğunu söyleyeyim de derdim anlaşılsın. Anladınız tabii. İlk cümle 'Ulu Hakan Abdülhamit', ikincisi ise 'Kızıl Sultan Abdülhamit.'
Bu iki cümle de aynı işlevi görüyor: Kuranın, Abdülhamit’i hiç tanımaksızın onun hakkında bir fikir sahibi olmasını sağlıyor. Bir süre sonra da Abdülhamit’i tanımamızı külliyen engelliyor. Çünkü öğrenilmiş çaresizlik cümleleri en nihayet herkesin 'kampına çekilmesi' sonucunu doğuruyor ülkemizde.
Abdülhamit Han için, “niçin polisiye roman merakı vardı?” ve “niçin ikindi kahvesi içmeye bayılırdı?” sorularını sormak bile, evet bu önemsiz gibi duran soruların peşine düşmek bile onun için Ulu Hakan ya da Kızıl Sultan yargılarında bulunmaktan daha çok yarayacak hâlbuki işimize. Fakat bunu yapmak yerine kampına, mahallene, mevziine çekilip “Abdülhamit’i paketlemek” daha kolay elbette.
“İslâm akıl dinidir” cümlesi, benim en sevdiğim 'öğrenilmiş çaresizlik cümlesi'dir. Genellikle “İslâm’ın bilimle, teknolojik gelişimle bir alıp veremediği yoktur. İslâm insan aklına değer verir” cümlelerinin başarısız bir açılımı olarak kullanılan bu cümle, birtakım tezleri kolayca tekrara ve İslâm hakkında bir yanlış anlaşılmalar galerisini engellemeye yarıyor güya. Fakat asıl işe yaradığı alan İslâm aklını, İslâm-akıl ilişkisini, Müslüman bireyin aklını kullanma yöntemlerini tartışılamaz, üzerine düşünülemez hale getirmek.