Bir meczuptan öğrendim beklemeyi. Bir denizin kenarında, bir dağın başında, bir vadinin yamacında falan değildi. Derin ve üzüntülü bakışlarla sigarasından ölümüne nefesler de çekmiyordu. Sadece beklemenin büyüsüne kapılmış olarak bekliyordu. Kimseyi ve hiçbir şeyi… Beklediği tam olarak beklemenin kendisiydi. Aklını kapının dışında, dünyanın ötesinde bırakmış, beklemenin öğreticiliğinin dışında bir öğretmen kabul etmeksizin bekliyordu. Ondan öğrendim beklemeyi. Öğrendim ama “bekledim” diyemem yine de.
Bir dervişten öğrendim yanmayı. Dağı, taşı, ırmağı aşıp; çıkınında aşktan gayrısına yer ayırmadan varır gelir, dergâhın en arkasına oturur, ateşte unutulmuş yağ nasıl yanarsa öyle yanardı. Şeyhinden ne bir söz beklerdi ne bir bakış. Bir lahza, bir lahzacık olsun şeyhi de ona baksın ister miydi? Elbette hayır. Denilebilir ki bu dergâhtan da bu hayattan da istediği tek şey yanmaktı ve yanmanın dışındaki bütün şeyler onun için bir beklentisizlikti. “Kaç yıldır bu dergâha yüz sürüyorum, benden daha...