Ona, daha altıncı yaşının ilk günlerini yaşayan bu çocuğa, bir masalın büyülü atmosferinin içerisinde yürümek gibi gelmiştir eminim. Gecenin zifiri karanlığında, elektriğin hiç uğramadığı o mülteci kampında elinde bir kandille babasıyla birlikte usul usul mescide yürümeleri, babasının büyükçe bir anahtarla mescidin kapısını açması, çok büyük ihtimalle bizim buralarda “lüküs lambası” denilen aydınlatma aygıtlarını birlikte yakmaları, ardından o dev gibi adamın, babasının, muazzam bir sesle sabah ezanı okuması.
Borges, o çocuğun bu masalsı hikayesini duymuş olsaydı büyük ihtimalle bir roman kaleme alır, dünyanın dört bir yanından insanlar da hayranlıkla okurlardı bu romanı. Ama bilirsiniz, bizim gibi coğrafyalarda insanların hikayeleri vardır ama anlatılmaz. Biz, hikayelerimizi sinemizde, bizi biz yapan bir ecza, hatta bir simya gibi taşıyadururuz. Hikayelerimizle olgunlaşır, hikayelerimizle yürürüz yolumuzu.
Hikayenin sonrası da var elbette. O çocuğun mescitte müezzinlik yapan babası aynı zamanda bir şeyh. Küçük bir zaviyede, insanların kalplerini onarmakla meşgul bir tamirci yani. O çocuğun masalsı çocukluğunun o uzak anılarında en çok bu zaviye yer etmiş olmalı....