1986 yılından beri, yani Maradona’nın İngilizleri eliyle hacamat edip Almanları da düzlemesinden bu yana bütün dünya kupalarında “şampiyon adayı” olarak Arjantin’i tutarım. Bu dünya kupasında da öyle oldu ama bir farkla. “En az tuttuğum Arjantin”, bu kupadaki Arjantin idi.
Takımda Dolapdere bebesi gibi takılan Di Maria’nın yahut yeteneklerini çok sevdiğim Dybala’nın falan olması da yetmedi bu sefer. Messi denilen sevimsiz herifin varlığı hepsine galebe çaldı. O yüzden “az tuttum” Arjantin’i.
Messi niçin sevimsizdir? Soru bu. Cevapsa şu benim açımdan: Çünkü sevimsizdir.
O pürüzsüz kariyer, o sinsi gülümseme, o kendinden başka kimseye bir borcu yokmuş gibi duruşu. Hepsinden azar azar anlayacağınız.
Diğer yandan, evet, takım oyununa inancı ve yetenekleri Messi’yi “büyük topçu” yapmaya yetti. Ama “efsane” olmak için gereken pürüze hiçbir zaman sahip olmadı Messi. Bu yanıyla ne Maradona ile ne Gascoigne ile ne George Best ile ne başka futbol efsaneleri ile karşılaştırılabilir. Bir çeşit Zeynep Bastık kariyeri Messi’ninki. İyi planlanmış, güzel hesaplanmış ve çok tıkırında…
Messi-Ronaldo karşılaştırmalarına da hiç ilgi duymadım aslına bakarsanız. Messi, başarı ve oynadığı takımlara katkı bakımından Ronaldo’dan daha kariyerli elbette ama Ronaldo, Messi’ye nazaran üç kilometre falan daha gerçek bir karakter.
Bu, burada bir dursun.
Aslında küçük, güzel bir umuda tutunmamı sağladı bu dünya kupası. Fas’ın finalde Arjantin’le oynama umudu. Gerçekleşmedi tabii o umut. Fransa yarı finalde Fas’ı yenerek hem FİFA’nın “sürdürülebilir kapitalizmini” garanti altına aldı hem de bizim gavurcukları pek memnun etti.
2002 Dünya Kupası yarı finallerinden önce dünya basınında atılan “Kâbus Final: Güney Kore-Türkiye” manşetlerini hatırlayanlarınız vardır. Oynanan futbolun kalitesi kimsenin umurunda değildi. Dünya kupasının oluşturduğu devasa ekonomi yüzündendi o manşetler.