Birkaç gün önce kıymetli arkadaşım Mehmet Hakan Kekeç’in bir sosyal medya gönderisi ile yeniden zihinsel gündemime girdi bu mesele. Kekeç, Suriçi’ndeki mülteci yerleşimlerinden bahisle bunun yanlış olduğunu, hiçbir şehrin “eski şehir-old city”sini bu tip bir yerleşime açmadığını, mültecilerin şehrin belirli ve “eski şehir”den uzakta alanlarına yerleştirilmesi gerektiğini söylüyordu. Şüphesiz doğru söylüyordu. Bilhassa İstanbul’un eski şehrini yani Suriçi’ni, pek çok şeyden ve durumdan arındırdığımız oranda koruyabileceğimiz tartışmaya kapalı bir gerçek.
Ne var ki, bugün itibariyle İstanbul’un en hatırı sayılır “sosyal çöküntü alanları”nın da Suriçi’nde olduğu acı, acıdan acı bir hakikat.
Sözlükler, “sosyal çöküntü alanı” kavramını aşağı yukarı şöyle tanımlıyor: “Bir şehrin fiziksel, sosyal ve ekonomik açılardan gelişme imkânı kalmamış; köhnemiş, büyük oranda terk edilmiş bölgeleri ile altyapı, eğitim, sağlık, kültür, yeşil alan gibi olanakları olmayan yoksulluk yuvası hâline gelmiş bölgeleri.”
Hadi genelde Suriçi ve özelde de Fatih-Balat arası için konuşalım bunu. Ve böylelikle biraz tarih, biraz da sosyoloji konuşalım.
“İstanbul’u kurtarsa kurtarsa bu adam kurtarır” denilerek 1935 yılında şehrin tüm planlaması kendisine emanet edilen ve 1951’e kadar yaptığı güzel işlerin yanında şehre bir dünya da kötülük yapan Fransız şehir planlamacısı Henri Prost’un, belki de verdiği en kötü karar şuydu: “İstanbul’da sanayi bölgeleri, surların bitiminden itibaren başlayabilir.”
Karar böyle olunca Eyüp, Sütlüce, Nişanca ve benzeri alanlar, zaten mevcut olan tesislere ek olarak irili ufaklı sanayi yatırımlarıyla doldu. Sanayi yatırımı demek, işçi sınıfı demekti malum.