Daha sekiz yıl öncesiydi ama bana sorarsanız aradan bir asır geçmiş gibi. Zaman böyledir işte. Kimine sekiz yıl kimine bir asır.
Yapış yapış bir sıcakla geçtik Halep’ten Şam’a. Kafeste kuşların olduğu bir yol üzeri lokantasında durup karnımızı doyuruşumuz ve bizim çocukların “çok güzel olur abi” diyerek çekim için kafesten çıkardıkları tavus kuşunu ellerinden kaçırışı aklımda kalmış nedense. Bir Derviş Zaim sahnesi hayal edilerek başlanan çekimler, bir Tarantino kovalamacasına dönüşmüştü.
Halep’teyken Şam’daki kadim dostuma “bu sefer bize hem Şam’ı çok iyi bilen hem de Türkçe konuşan bir çevirmen lazım. Öğrenci çocuklarla olmuyor” demiştim.
Ünder abiyle böyle tanıştım işte.
Polo yaka tişörtü, üzerinde ismi yazılı incecik künyesi, gençliğinde sarışın olduğunu yer yer belli eden azalmış kır saçları ve beyaz teniyle Ünder abi. “Merhaba abi, ben Ünder” demişti sımsıcak gülümseyerek. “Önder’dir o abi” itirazıma “bizde o dediğin harften yok” cevabını vermişti.
Ailesi, 1930’larda Kasyun dağına ve çevresine yerleşen Türkmen obalarından biriyle gelmiş Şam’a. “Niye geldik derseniz, din diyanet işleri diye anlatırlar ama kulak asmam ben… Daha çok iskan miskan işleri. Vergiler şu bu” demişti ilk kahvemizi içerken.