https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Anlata anlata dilimde tüy bittiği için yorgun düştüğüm bir meselede yeniden yazı yazmak aslında çok zor biliyor musunuz? Hiç içimden gelmiyor. Fakat bir yandan da “kavganın sürdü-rülmesi” bağlamında mecbur hissediyorum kendimi. Allah encamımı hayreyleye.
Önce size bir şey hatırlatayım. 6 Eylül 2019’da Türkiye’de insanlar “Susamam” şarkısına uyanmıştı. Zihnim beni yanıltmıyorsa 17 rap şarkıcısı, 15 dakika uzunluğunda bir şarkı yapmışlar, “öğretilmiş duyarlılıklar” üzerinden Türkiye’ye ilkokul dört düzeyinde bir muhalefet diliyle ateş etmişler, çok kısa sürede de istediklerini elde etmişlerdi.
Beni, şaşkınlıkla arayan birkaç siyasi isim olmuştu o gün. “Ne oluyor?” diye sormuşlardı. Ben de basitçe cevap vermiştim: “Türkiye’nin çocuklarının tarlaları sürülürken çokoprens almaya gitmiştiniz. Siz o dükkândayken oldu ne olduysa.”
Yine de “fiziki bilgi” almak için rap camiasının tam içinden bir arkadaşımla buluşmuş, “ne oluyor?” sorusunu ona da yöneltmiştim. O da meseleyi bütün detaylarıyla anlatmıştı. Rap sektöründe hangi yapımcıların nasıl işler çevirdiğini, “bizim çocuklar”ın sistemin içine çekilip nasıl uyuşturucu bağımlısı birer müptezele dönüştürüldüğünü, Almanya’daki Türkçe rap piyasasının hangi isimler tarafından PKK-HDP çizgisi lehine konsolide edildiğini, popüler müzik dinleme sitelerinin Türkiye koordinatörleri eliyle nasıl manipüle edilerek bu çizginin popüler hale getirildiğini ve dahasını… Zaten hatırlayacaksınız belki. 2021 yılında Almanya’da PKK’nın uyuşturucu parasının nasıl rap müzik piyasasına aktarıldığı “spotify skandalı” üzerinden ortaya çıkarılmıştı. O gün bana bilgi veren arkadaşım şunu da söylemişti: “10 milyon dolara bu işlerin tamamını değiştiririz abi.”
Bu hatırlatmayı şunun için yaptım. Aslında bazı romantik arkadaşlarımızın zannettiğinin aksine kültür endüstrisi de diğer endüstriler gibi ilerler. Çok basit bir kuralı vardır: “Parayı veren düdüğü çalar.” Yani öyle “kaliteli üretim, çok güzel işler” falan gibi meseleler ikincil, hatta üçüncül değerde bile değildir. Çok sert, aşırı sert endüstriyel kurallara dayanır bu meseleler ve inanın neredeyse sadece para ve ilişkiler konuşur.
Ayşe Barım’ı konuşuyoruz değil mi bir süredir? Şöyle bir düşünelim. Türkiye’deki 10 dizinin 8’inin başrol oyuncularını elinizde tutuyor olma gücüne eriştiğinizde etki alanınız, algı yönetme kabiliyetiniz ve en önemlisi operasyon başarınız nerelere ulaşır?
Serenay Sarıkaya’yı, Halit Ergenç’i, Hazal Kaya’yı hiç izlediniz mi bilmem? Ben izledim. Her üçünün de oyunculuk performansları konserva-tuvarlarda “oyunculuk ne değildir?” başlıklı bir derse konu olacak kadar kötüdür. Ama Türkiye’de mesele asla bu olmamıştır. Bu gidişle olmaya-caktır da. Çünkü Ayşe Barım gibi insanlara “iyi oyuncu, iyi iş” falan değil, doğrudan doğruya “hırsı dışında bir şeyi olmayan” bir insan kaynağı lazımdır ki Barımgiller onları kolayca, zahmetsizce yönetsin.
Bakın bu örneği vermekten de yoruldum artık. Ben depremin 50’nci saatinde deprem bölgesine gittiğimde Hazal Kaya’sından Orkun Işıtmak’ına kadar bir dünya insanın yürüttüğü kampanya neticesinde devletin, STK’ların falan da depremle yerle bir olduğuna neredeyse inanıyordum. Ama yanımızda götürdüğümüz yardımları Kahramanmaraş il merkezindeki lojistik alanına ulaştırdığımızda aldığımız cevap beni kendime getirdi: “Abiler, şehir ve ilçe merkezlerinde insani yardım ihtiyacı yok. Dilerseniz köylere götürün bu yardımları.”
“Kefen yok”tan başlayıp “devlet buraya hiç gelmedi” böğürtülerine kadar uzanan o leş kampanyanın “hırsından başka yeteneği olmayan bir insan topluluğunun kullanışlı aparatlara dönüştürülmesi” ile yürütüldüğünü artık çok net biliyor olmamız gerekiyor. Bana inanmıyorsanız o ya da bu şekilde depreme bölgesine çok emeği geçen Haluk Levent’e sorun. Süleyman Soylu ve Hulusi Akar ile yaptığı görüşmelerden bahseder belki size.
Diyeceğim şudur: Kötü niyetliyseniz ve Türkiye’ye ateş etmek istiyorsanız bunu yapmanın birkaç yolu vardır. Bu yollardan biri de kültür endüstrisini domine etmektir. İyi niyetliyseniz ve Türkiye’yi sonsuza kadar “kendi başına müstakil bir ülke” olarak görmek istiyorsanız bunu yapmanın birkaç yolu vardır. Bu yollardan biri de kültür endüstrisini domine etmektir.
Mesele bu kadar basit ve açıkken kılını kıpırdatmaz, kültür endüstrisinin en kritik alanlarında işini iyi yapma becerisine sahip olmayan bir takım isimlerle vakit kaybetmeye devam edersen o değişmez kural devreye girer: “Kendi düşen ağlamaz.”
Aslında herkes biliyor neden bahsettiğimi ama yine biliyorum ki herkes havaya bakıp ıslık çalacak. Ben de sürekli, döne döne aynı meseleleri yazmaya devam edeceğim. Doğrudur. Kendimi bazen çok çaresiz hissediyorum.