Bir bakıma gençliğimin en maceralı zamanları öldü. Kitaplarını bulamıyorduk Usta’nın. Yazdıklarından habersizdik. Küsmüş, yalnızlığına, sırça köşküne çekilmişti çünkü. Adı bir efsane olarak dolanıyordu kendimize yaptığımız kumdan şehirlerimizin üzerinde.
Bir bakıma gençliğimin en maceralı zamanları öldü. Ankara’da Eren’le “oğlum benziyor la, belki de odur, gidip selam verip kendimizi tanıtsak mı?” diyerek şansımızı denediğimiz yıllar öldü. Eren 17, ben 18 yaşındaydım ve çok seviyorduk Usta’yı.
Bir bakıma gençliğimin en maceralı zamanları öldü. Kitaplarını, bilhassa Batı Notlarını ve Biat’ı bulmanın imkânı yoktu. “Şu ağabeyde bir fazla kopya varmış” istihbaratıyla kitaplarının peşine düştüğüm günler öldü. Fotokopi ile çoğaltılmış metinlerini içer gibi okuduğum gecelerim öldü.
Bir bakıma gençliğimin en maceralı zamanları öldü. Bize “iyi yazar” diye kakalanmaya çalışılan o yağlı suratlı, suya sabuna dokunmayan, kültürel korumacılığı bir halt zanneden sağcı, mukaddesatçı, bilmem neci adamların metinlerine bakıp, “hadi lan oradan. Hepsini toplasanız bir Biat etmez, bir Umut etmez” derken hissettiğim o cesaret öldü.
Bir bakıma gençliğimin en maceralı zamanları öldü. “Usta misafirlerine yirmi bitkiden müteşekkil, acı mı acı bir devrim çayı ikram ediyormuş, içine şeker atanlara da ‘devrimciler şeker kullanmaz beyefendi’ diyormuş” anekdotunu vecd halinde dinlemem öldü.
Bir bakıma gençliğimin en maceralı zamanları öldü. Bizim Paşalı’yla bizim Tarık’a “demek sabahın sekizinde dayandınız Usta’nın kapısına. İyi sizi kovmamış, ben olsam kovardım” deyip “siz en iyisi bir daha baştan anlatsanıza, tam ne konuştunuz Usta’yla?” diye sormalarım öldü. Onların “anlattık ya lan hepsini kaç kere” demeleri öldü.