Eski Türkiye, çok talihsiz bir ülkeydi. Şahlanabileceği bütün anlarda demokrasisi de, ekonomisi de, sosyolojisi de kesintiye uğratılmış, her seferinde kolu kanadı kırılmıştı. Üzerine bir de “bizden hiçbir şey olmaz” demeyi marifet sayan bir okumuş-yazmış takımına sahipti. Bir bakıma “öğrenilmiş çaresizliklerin ülkesi” idi Türkiye.
Bundan bir iki sene önce muhtemelen öğretmen emeklisi bir hanımefendiye bir sokak söyleşisinde “dünyanın en çok dış borcu olan ülkesi hangisidir” diye sormuşlardı. Hanımefendi, duraksamadan “Türkiye” demiş ve eklemişti: “Her şeyin en kötüsü Türkiye.”
“Eski Türkiye” öyle bir yerdi. Hem göstergelerimiz berbattı hem de sokakta, orada burada ülkesini “kötü, çok kötü, en kötüsü” diye tanımlamak marifet sayılırdı.
Recep Tayyip Erdoğan, “gelir dağılımı” ile başlayıp “markalaşma” vurgusu yaparak ilerlettiği, “dış politikamızda hiçbir iddiamızdan vazgeçmiyoruz” cümlesini kurup büyük projeler anlatarak bitirdiği seçim beyannamesini okurken şunu düşündüm: Evet, 16 yıldır yaptığı gibi bu sefer de bu anlattıklarının tamamını, tamamına yakınını hayata geçirecek isim Erdoğan’dır.
“Politik ön yargılarınızdan kurtularak değerlendirseniz keşke” dediğim yer de tam burasıdır. Bir siyasi lider olarak Erdoğan “yapacağım” dediği hemen her şeyi hayata geçirmiş bir liderdir.
Dolayısıyla, seçim beyannamesini dinlerken “yapamayacağı şeyleri vadeden bir politikacı” değil “yapacağı şeyleri anlatan bir lider, bir dünya lideri” olarak dinledim Erdoğan’ı. Dinlediğim hususların, Erdoğan’ın “yapacağız” dediği işlerin tamamı beni heyecanlandırdı.