İsmail Faruki’nin Büyük Yolculuk’unu ve Nacer Khemir’in Bab Aziz’ini izlerken ‘olacak bu iş’; Mecid Mecidi’nin Serçelerin Şarkısı’nı izlediğimde ‘oluyor bu iş’ demiştim kendi kendime. Semih Kaplanoğlu’nun Buğday’ını izlediğimde ise ‘oldu bu iş’ dedim.
‘Oldu’ dediğim iş şudur: Müslümanların kendilerine mahsus bir sinema dili geliştirmeleri mümkündür.
Süleyman Çobanoğlu ağabey ile yıllar önce bir cümle işitmiştim: Televizyon söz konusu olduğunda Müslümanlar, çalışmadığı yerden sınava giren çocuklara benziyorlar.’
Bu cümlenin aynısını sinema için de kurabiliriz, kurmalıyız. Çalıştığımız, var olduğumuz, dahası var kaldığımız bir sınav değil sinema. Başarılı değildik, hala da değiliz. Sinemanın tekniğini alırken anlatım kurallarını, kurgusal zihnini, öyküyü ele alış biçimini de aldığımız için; yani ‘tekniğini alırken ahlakını da aldığımız’ için oluyor bu başarısızlık. Bizim, bize doğru zenginleşen bir sinema dilimiz olamıyor böylelikle.
Fakat Semih Kaplanoğlu bunu kırmayı başarmış durumda Buğday’da. ‘Bütünüyle Müslüman bir zihnin elinden çıktığı çok net anlaşılan bir film yapılsa neye benzer?’ sorusunun cevabını büyük bir netlikle veriyor hepimize. Ve hayır, Buğday’ın konusundan değil, anlattığı meseleyi ele alış biçiminden söz ediyorum.
Konusu, tekniği, anlatımı da çok başarılı elbette Buğday’ın… Bilhassa Kaplanoğlu’nun ünlü Rus yönetmen Tarkovski ile bir çeşit hesaplaşma yaşadığı başlangıç sahneleri falan amiyane tabirle ‘efsane.’ Lakin teknikten, konudan, anlatımdan çok daha önemlisi var Buğday’da: Bir imkân olarak Müslümanların film yapması meselesi artık mümkündür.