Yirmi iki yıldır, elindeki küreğin toprağa her dalışında çıkardığı o doygun sesler ona bir çeşit müzik gibi geliyordu. Bazı ‘hırş’ seslerini diğer bazı ‘hırş’ seslerinden ayırabilmeyi de öğrenmişti zaman içerisinde. Keseğe mi, taşa mı, yumuşak toprağa mı girdiğini anlardı küreğin her sesinden. Ritmi ona göre ayarlar, küreğin gücünü ona göre dengelerdi. Böylelikle ne toprak yorulurdu ne kendisi ne de kürek.
Sabahtan başlardı işe. Besmeleyi çeker, iki metre yirmi santime bir metre yirmi santim bir çukuru bir buçuk metre kadar derinleştirirdi. Bu yanıyla kazdığı çukurlar, standart ölçülerin hafif dışında, biraz genişçe olurdu. Soran olmazdı ya, soran olursa ‘bari burada biraz rahat etsinler’ diye cevap vermeyi tasarlardı hep.
Tam yirmi iki yıldır kimsesizlere mezar kazardı Ali. Müdürlüğün kendisine gösterdiği prefabrik yapıda yatar kalkardı. Yani hem mezar kazıcısı hem de bekçisiydi.
Hatırlıyordu. Askerden dönünce doğruca yetiştirme yurdunun müdürüne gitmişti. Bu ‘baba’ saydığı adamın elini öpmüş, ‘sağol müdür baba, gönderdiğin harçlıklarla yaptım askerliği. Allah senden razı olsun’ demişti.
İkinci çayları içerlerken müdür baba ‘sana bir iş bulmak lazım be Ali’ demişti de Ali’yi rahatlatıvermişti. ‘He ya’ demişti Ali, ‘bir işin ucundan tutmam lazım müdür baba. Ama okuyamadık işte. Ben bir çalım inşaat işlerine baktım ama kulak asma. Amele milleti hep hemşerici, hısımcı olmuş. Orada bize lokma yok.’
Müdür baba, ‘dur bakalım’ deyip bir vakit bıyıklarıyla meşgul olmuş, sonunda telefonu tır tır çevirip bir adamı aramıştı. ‘Çok iyi tanıdığım bir çocuktur, valla bilmem ki, yapar aslında’ falan diyerek, yüzü kah asılıp kah aydınlanarak konuşmuştu. Sonunda da ‘he ya, çocukları da alıp bir gidemedik şöyle kafamıza göre. Bu yaz yapalım inşallah’ diyerek kapamıştı telefonu.