Gereğinden uzun ve fazlaca yorgun bir hikâyenin çocuklarıyız en nihayet. Gereğinden uzun sürmeyen hayatlarımız, bu uzun ve fazlaca yorgun hikâyenin içinde geçiyor.
Bizim kuşağın babaları birbirine benzerdi. Uzun siyah paltoları yahut mavi gocukları yahut yeşil parkalarıyla birbirine benzerdi babalarımız. Siyasi görüşlerini hemen anlamamızı sağlayan bıyıkları, bakkalın veresiye defterinde birikmiş borçları, uzun öksürük nöbetleri, yorgunluğa bağlı olarak geliştirilen ölü balık bakışlarıyla babalarımız birbirine benzerdi. Racon bilirler, memleket için endişelenirler, kaderlerine razı olarak emeklerinin kendilerine sağladığı lokmaları koyarlardı sofraya.
Doğru. Yalnız emekleri vardı babalarımızın. İşçi, memur, şoför ve yorgundular. Kendilerine vakit ayırmanın yolu olarak çay içmeyi, akşam kahveye çıkıp hesabına pişpirik oynamayı ve futbolu bilirlerdi.
Evlatlarına sevgilerini göstermenin bir çeşit zaaf olduğunu öğretmişti babalarımıza babaları. Fakat onlar yine de arada bir başımızı okşar, arada bir gülümserdi bize yine de. “Seni çok seviyorum yavrum” cümlesini kurmaya cesaret edemediler yine de.
Zordu hayatları. Zorluydu. Yükleri ağırdı. Memleketi kurtarmak da dâhildi yüklerine. Kimi ağzına giren pos bıyıklarıyla, kimi çenenin yanına sarkıtılmış hilalleriyle, kimi dudak üzerinde incecik bademleriyle denediler memleketi kurtarmayı. Kimi öldü olmadık yere. Kimi işkence gördü.
Enikonu dürüst adamlardı. Dürüstlükten başkasına akıl erdirmeyen adamlardı. Kendilerine karşı dürüst ve başkalarına karşı da…