İçine güçlükle girdiği takım elbisenin verdiği yabancılaşma hissiyle boğuşurken bir taraftan da tuza değmiş koruk gibi terliyordu. Avuçlarının içi yanıyor, başı dönüyor, gözlerini yerden kaldırmaya cesaret edemiyordu. Bir takım uğultular dolduruyordu kulağını.
‘Tabii askerlik mesleğinin de eski tadı kalmadı efendim. Ben bölüğü yönetirken böyle potinler pırıl pırıl, kamuflaj tertemiz olmazsa üç saat ceza verirdim. Şimdi değişti her şey.’
İster istemez çoraplarına baktı. Pırıl pırıl olup olmadıklarına. Nedense şu hafif transparan olanlardan vermişti tezgahtar. ‘Madem önemli gün, bu daha iyi olur abi tabii’ demişti sırıtarak.
Kamuflaj kelimesine takıldı aklı. Henüz askerliğini yapmamıştı. O yeşilli kahverengili tuhaf kıyafetin içinde hayal etti kendini. Mutlaka iki beden büyük bir tane vereceklerdi. Asker kostümü giymiş bir çocuğa dönecekti böylece. Sanki asker kostümü giyenlerin hepsi çocuk değilmiş gibi gülümsedi...
Başını kaldırınca annesini gördü. Fısır fısır bir muhabbete koyulmuşlardı Merve’nin annesiyle.
‘Ah Merve, ne işler açtın başıma’ diye düşündü. Şu gerginlik sürerken aynı dakika içerisinde iki kez gülümseme başarısı göstermesine şaşırdı ikinci kez gülümserken.