Hakikate, doğru bilgiye ulaşmak için, izlenmesi gereken bir yol, yani yöntem ve ilkeleri önem taşır. Bu ilkelerden birisi de karşılaştırmadır. Aslında doğru bilgi konusunda olduğu kadar, genel olarak düşünce bakımından da karşılaştırma ilkesi belirleyicidir. Birbirinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar İslam düşüncesiyle Batı düşüncesi arasındaki tarihi süreçteki ilişkisi göz önünde tutulduğunda, karşılaştırmanın önemi daha bir artmaktadır. Sadece bilgi merakı, hatta tutkusu diyebileceğimiz bir örnek üzerinde durulmasının yararlı olabileceği düşünülebilir.
“Kim XVI. yüzyıl derse, Rönesans demiş olur. Ama Rönesans nedir? Hümanizma nedir? Bunların zaman ve mekân içindeki kökenleri nelerdir?” diye sorduktan sonra Lucien Febvre, bu konulardaki kuramları, ilkeleri ve tartışmaları bir tarafa bırakıp insanın çehresine bakmayı ekler (Rönesans İnsanı, ç. Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara1995, s.57). Bu XVI. yüzyıl insanının, özel olarak da “Fransız Rönesansı’nın” çehresi “köylü, kaba, göçebe” bir çehredir. Bu çehre, “açık hava insanı”, bilgiye karşı, kendisinin ve ana-babasının “kutsal şey olan ekmeğe” duydukları bir çeşit saygının, “imanın bir benzerini” duyar. Öyle ki, dönemin Fransızca konuşan “Orbe” bölgesinde kilisenin çalan çanlarıyla ekmek arasında uyumlu bir ilişki bile kurulur:”ekmeği israf edersen, sopayı yersin” (pain perdu, tu seras battu. a.g.e. s.58). Peki, bu çehre neden bilmek, inceleme yapmak ister: Öncelikle barış için. Gereken şey de, soylu ve servet sahibi olmadıkları için, “Bilgi”dir (a.g.e. s.63).