“ Varoluş” olgularını birer çatışkı (dikotomi) verileri olarak
alan Sartre’ın “Varoluşçu” felsefesi, “varlık”a karşı “oluş”u
öncelediği için, insanın varoluşu sürecinde “başkaları cehennemdir”
önermesine dayanmak istemiş olmalıdır. Ama bu aynı zamanda, insanın
varoluşunu “özgürlük”e dayandırdığı için, bir zorunluluğu da
içerir: İnsan “ özgür olmak zorundadır.” Peki özgürlüğünü
gerçekleştirmek zorunda olan insan, bunu hangi yeti ve gücüne
dayandırmalıdır? Bu noktada Sartre, Descartes’çı anlamda “akıl”a
eğilim gösterir gibi olurken , “oluş”u öncelediği, yani “varlık”ı
kuranın “oluş” olması gerektiğini düşündüğü için, kaçınılmaz bir
şekilde çatışkıya düşer.”Özgürlük Yolları” üst başlığı altında
topladığı çeşitli romanlarında “varlık” ile “oluş” arasında salınıp
durur. Buna rağmen özgürlük kurumaz bir ırmak kaynağı gibi hayatı
besler, zenginleştirir, çoğaltır. Ne var ki, “varlık” gibi sabit
bir olgu yerine, “oluş” gibi kestirilemeyen bir sürece bağımlı
kılındığı için, düşüncesinin onu Marksizm’e savurduğu
görülmektedir. Ancak, özellikle Sovyet Yazarlar Birliği’nin
davetiyle gittiği Rusya’da “Sovyet” sisteminin, felsefi olarak ilgi
duyduğu Marksizm’le anlamlı bir ilişki içinde olmadığını fark
edecektir. Bu da onu, Avrupalı Marksistler ile farklı düzlemde
tartışmaya, bir ölçüde çatışmaya zorlayacaktır.
Bir anlamda insan denilen varlığı kavramaya yönelindiğinde, akıl ve
duygu yetilerini hesaba katmak bir zorunluluktur. Bu iki yeti
hakkında olumlu ya da olumsuz bir çok görüş, düşünce, değerlendirme
ve yorum yapılabilir, yapıla gelmiştir de. Hele birini yücelteyim
derken, ötekini yermek, en uç noktalara savrulmayı kaçınılmaz
olarak getirir.