O kitabı* yayınlandığı dönemde, 1998’de, yaklaşık 20 yıl önce okumuştum:
1948’de Türkiye’nin ve dünyanın büyük değişimler yaşadığı dönemde, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yakılan “Cadı Kazanı”nı anlatan kitabın merkezinde Pertev Naili Boratav’ın “müdafaanamesi” yer alıyordu.
O destansı savunmanın hemen başında şunları söylüyordu Pertev Naili Boratav:
“...Bu dava bana üniversitelerimizin nasıl acınacak hale düşürüldüğünü öğretti.
...Huzurunuzda şahadet etmeye gelen talebelerimin birçoğunun gözlerinde korku okuyorum. Onların, hakikati söyledikleri için nice ukubetlere (cezalara) uğradıklarını duydum. Bütün bunları duyduktan sonra sadece bana isnat olunan şeyleri reddetmekle kalabilir miyim?
Benim davam, bugün söylemek istediğim şeyleri söylemesem de şu veya bu şekilde sona erer, kapanıp gider. Fakat memleketimin fikir tarihinde buna benzer davalar yine çıkabilir.
Eğer o zaman da üniversite talebeleri veya üniversiteyi bitirmiş, memleketin ilim ve irfan müesseselerinde vazife almış genç adamlar ve yaşlı başlı muhterem insanlar bugünkü gibi, içleri hakikati söylemekten doğacak tehlikelerin korkusuyla ürpererek mahkeme huzuruna çıkarlarsa, bunun vebalinin bir payı da benim boynuma düşecektir ve ben, bir üniversite hocası olmak haysiyetiyle, memleketime karşı en mukaddes vazifemi yapmamış, bildiğim hakikati söylememiş olmanın azabını duyacağım...”
Boratav ve onunla birlikte yargılanan Behice Boran ile Niyazi Berkes neticede beraat ederler ancak bir daha üniversitedeki görevlerine dönmeleri mümkün olmaz.
O dönemin “ihbarcılarının” ve iplerini ellerinde tutanların itibarı yoktur ki bugün hatırlansınlar.
Peki bu üç ismin kıymetinden bir şey eksiltmiş midir o dava ve neticeleri?..
Asla...
12 Eylül cuntasının 1402 marifetiyle üniversiteden uzaklaştırdığı Rona Aybay’ın, İdris Küçükömer’in, Sencer Divitçioğlu’nun, İlber Ortaylı’nın, Tarık Zafer Tunaya’nın, Emre Kongar’ın, Mete Tunçay’ın ve diğer pek çok kıymetli ismin de