2007’deki 367 krizi sonrası anayasada yapılan ve referandumda seçmenlerin yüzde 69’unun “evet” oyu verdiği değişiklikle, “cumhurbaşkanını halkın seçmesi” esası getirilmişti.
O günkü ortamda bunun, sistem ve işleyişe halkın daha fazla müdahil kılınmasını sağlayacak bir adım olarak demokratikleşmeye katkı sağlayacağı düşünüldü.
Ama bu değişikliğe istinaden halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olan Erdoğan, bunu böyle bir adım olmanın ötesinde, topyekûn bir sistem reformu olarak yorumladı.
“Sistem o referandumla değişti, şimdi onun gerektirdiği muameleleri tamamlayıp, fiilî durumu da ona uyduralım” diyor.
Başkanlık ısrarının arkasında bu var.
Ancak cumhurbaşkanını halka seçtirme düzenlemesi, bu yönde yapısal bir sistem reformu olarak değil, 367 krizi ve AYM üzerinden Meclisin cumhurbaşkanı seçmesinin engellendiği bir konjonktürde, bunu aşabilmek için apar topar gündeme taşınan tepki saikli bir karşı ataktı.
Öyle ki, o aceleyle, değişikliğin uygulamaya intikali için zarurî olan bazı “teknik” geçiş düzenlemeleri bile, “Göç yolda düzelir” mantığıyla sonradan ikmal edildi.
Son dönemde, halkın seçtiği cumhurbaşkanı ile, yine halkın oylarıyla belirlenecek başbakan arasında yetki çatışması doğabileceği, yönetimde çift başlılık durumunun ortaya çıkabileceği yönünde dile getirilen görüşler de bunun örnekleri.
Konu 2007’de Mecliste görüşülür ve referanduma götürülürken işin bu tarafları hiç gündeme gelmedi ve tartışılmadı.
Veya bunlara dikkat çekenler olduysa bile, sesleri duyulmadı ve arada kaynadı.
Ancak şimdilerde deniliyor ki: