AB 1999 sonunda adaylığını kabul edip 2005 Ekim’inde müzakerelere başladığı Türkiye’yi bilâhare kendi içinde birlik karşıtı politikacıların etkisiyle dışlayıp kendi haline bırakmamış olsaydı, “Ankara kriterleri”yle başbaşa kalarak demokratikleşmeden uzaklaşmaz ve otoriterleşme istikametine savrulmayabilirdik.
Arap baharı tuzağına düşmez; Suriye’de silahlı direnişi destekleyerek rejim ve iktidar değiştirme macerasına kapılmaz; güney komşumuzun iç savaşla sürüklendiği perişanlığa sebep olanlar arasına girmenin vebal ve sorumluluğuna ortak olmazdık.
Dizginleri uluslararası şer komitelerinin elinde olan terör gruplarının cirit attığı ve kan gölüne çevirdiği ülkeden kaçıp evlerini barklarını terk ederek sığınacak yer arayan milyonlarca masum mültecinin yürek yakan ve vicdan sızlatan dramı yaşanmazdı.
Ve bu mülteciler Avrupa’nın göbeğine kadar gelip AB başkentlerini ve şehirlerini büyük bir telaş ve paniğe sürüklemezdi.
Bu yönüyle mülteci krizi, AB’nin Türkiye’yi boşlayan basiretsiz ve kendi varlık sebebiyle çelişen tavrının da bir sonucu.
Sonu gelmez bir mülteci akınıyla sarsılan ve adeta bir bakıma “Kendim ettim, kendim buldum” diyen AB, şimdi bu akını Türkiye topraklarında durdurmaya çabalarken, 11 seneden beri ihmal ettiği bu aday ülkeyle ilişkilerini onararak üyelik sürecini canlandırma mecburiyeti hissediyor.
1 Kasım seçiminden bu yana Brüksel canibinden verilen mesajlar bu noktada çok önemli. 2005’ten beri dışlanıp kendi haline bırakılan Türkiye’de hukuk devleti ve demokratikleşme alanlarında gözlenen endişe verici gerilemeler, giderek yoğunlaşan hak ve özgürlük ihlalleri yeniden AB’nin yakın takibine alınıyor. Birliğin yetkili ağızlarından peş peşe sâdır olan beyan ve mesajlar hep aynı noktalara vurgu yapıyor: