İlâhî bir istihdamla vücuda gelen cemaatlerin, iman ve ihlâs başta olmak üzere uhrevî ve manevî ölçü ve değerlere dayalı olarak oluşturdukları “şahs-ı manevî”ler dünyevî, beşerî ve maddî hukukun dar kalıplarına sığmaz.
Onun için, cemaatlerin, pozitif hukuk kurallarıyla tanzim edilen bir tüzel kişilikleri olmadığı gibi, böyle bir şeye ihtiyaçları da yok. Mahmut Ustaosmanoğlu Hocaefendinin İsmail Ağa Camii cemaati için ifade ettiği “Müessesevî bir hüviyetimiz yok” beyanı (Zaman, 27 Ekim 2006) bu anlamda bütün cemaat ve tarikatlar için de geçerli.
Çünkü cemaat ve tarikatlar, dünyevî ve maddî kriterlere değil, uhrevî ve manevî ölçülere göre çalışan, insanların inanç ve gönül bağlarıyla bir araya gelerek dayanışma içine girdiği ve güçlerini manevî hizmetler için birleştirdiği manevî “organizasyon”lar.
Dolayısıyla, cemaatlerle uğraşmaktan vazgeçilip, onların kendi hizmet alanlarında alabildiğine serbest ve özgür bırakılmaları gerekiyor. Bunun için de, devletin cemaatlere bakışının demokrasi ve hukuk prensipleri çerçevesinde tamamen değişmesi lâzım.
Cemaat ve tarikat mensupları da herkes gibi bu toplumun insanları, bu devletin vatandaşları. Hem de bütün vatandaşlık görevlerini aksatmadan, titizlikle yerine getirdikleri halde itilip kakılan, horlanan, incitilen, hakları gasp edilen; ama buna rağmen asla devlete küsmeyen ve bu yanlışların bir gün düzeleceği ümidiyle sabreden dürüst, samimî, olgun insanlar. Sık sık sözü edilen “sessiz milyonlar”ın içinde en çok onlar var.