Dünyevî iktidar, “uhrevî amaçlar”la yola çıktıklarını
söyleyenleri dahi kısa sürede yolundan saptırabilecek tuzaklarla
dolu bir alan.
Gerek o iktidarı elde etmek, gerekse elde tutmak için verilecek
mücadelenin karakteri bunu getiriyor.
Bu itibarla, imanî ve İslamî hakikatleri, Kur’an hükümlerini muhafazayı amaçlayan İslam hizmeti öyle bir vazife ki, talibinin başka bir yükü daha omuzlamasına imkân ve fırsat vermiyor.
Sadece Allah rızasına ve ahirete endeksli bu vazifenin üzerine dünyevî gölgeler düşmemeli.
Dinî ve manevî hayatın gelişmesi, dinî hizmetlerin bu temel üzerinde, tamamen bu ölçüler çerçevesinde, bu anlayışla yapılmasına bağlı.
Eğer bu temel sağlam inşa edilirse, hariçten gelebilecek hiçbir müdahale, baskı ve dayatma dinî hayata kalıcı bir zarar veremez.
Onun için Bediüzzaman, Osmanlının son dönemindeki siyasî çalkantılardan İslamın olumsuz etkilenebileceği kaygısının yersizliğini şöyle vurgulamıştı:
“İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. (...) İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden [dinin elden gideceğinden korkan] adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebut [örümcek ağı] gibi zayıf düşmüş. Cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür.” (Eski Said Eserleri, s. 226, 228)
Aynı bahiste, İslamın kâinata kök salan hakikatlerine sahip çıkma görevinin devletten önce topluma ve her bir ferde terettüp ettiği dersi de var ve bu en çok ihtiyacımız olan derslerden biri.